EKPAZ


Kör kasaturalarla et kesmek, dağıtmak, kafesleri temizlemekle geçen yorucu bir gün sonrası ip gibi akan suda iki büklüm yaptığım banyo sonrası, yan balkonun serin mermer kenarlığına oturup, akşam üstünün kızıllığına karışan tavus kuşu ve şahin çığlıklarını dinlerken duyduğum huzur, mutluluğun bir ifadesiydi benim için.
Yaz sıcağında cayır cayır yanan bu Akdeniz adasında, duş yapmak için dikkat çekmeye çalışan, hortumu püskürtmeniz için Steve Wonder gibi dans edip kafasını sağa sola oynatan bu pelikan ve diğerleri 2004 yazında yüreğime dokundular.


Neden EKPAZ ?

(Yunan Yaban Hayatı Rehabilitasyon Merkezi)


Yunanistan'ın Egina adası Atina'ya bir saat kadar uzaklıkta.  Ege adaları kadar turistik değil. Genelde Atinalıların yazlık olarak kullandıkları bir ada. Bu adada yer alan yaban hayatı rehabilitasyon merkezine ben uzun arayışların ardından idealist.org adlı web sitesinin veritabanında rasladım. Yaban hayatıyla ilgili her tür gönüllü faaliyetin 'bir avuç' (aslında milyonlarca avuç) para gerektirmesi ve gönüllülerin üzerinden finanse ediliyor olmasından duyduğum hayal kırıklığı ile İngiltere'den Türkiye'ye yeni döndüğüm bir dönemdeydim. Ofise tıkılıp kalmayacağım bir iş bulabilmek, Türkiye'nin yaban hayatıyla ilgili bir şeyler yapabilmek umuduyla arayışlarım sürüyor. Derken internet araştırmamda yol parası ve cep harçlığı dışında para gerektirmeyen bu yeri keşfediyorum.

Yolculuk 


Zar zor, belirli bir işim olmadığı için kendimi bir proje koordinatörü gibi göstererek ve bu yaptığımdan da rahatsızlık duyarak vize almayı başarıyorum. Ancak 2004 Atina olimpiyatlarına denk geldiği için ancak iki ay süreli vize veriyorlar. Ne alakası var ben de anlamıyorum. Gönüllü çalışacağıma dair yazım da var elimde.. (Ki gümrükte polis sorduğu zaman sırt çantamın en dibine koymuş olmaktan ve o çantayı da bagaja ilk yükleyenlerden biri olmaktan pişmanlık duyacağım, muavinden de hiç bir yardım görmeden kan ter içinde kalarak çıkarmak zorunda kalacağım bir kağıt parçası.. Siz siz olun gümrüklerden geçerken gidiş nedeninizle ilgili belge ve her tür kağıdı her an kolay ulaşabileceğiniz bir yerde bulundurun.) 

Sırt çantamı kaptığım gibi Atina otobüsüne atlıyorum. İstanbul'dan 17 saat sürecek bu otobüs yolculuğunu biraz daha konforlu olur umuduyla Varan otobüsleriyle gerçekleştiriyorum. Hiç Ankara-İstanbul otobüslerine benzemiyor otobüs. İETT'nin bile artık kullanmadığı 304 model otobüslere benziyor. Eski mi eski.. Ayrıca 17 saat boyunca ancak iki kere çay ve bisküvi servisi yapılıyor. Muavin de yukarıda belirttiğim gibi pek yardımsever sayılmaz. 

İstanbul'dan sanırım saat 14:00 gibi hareket ediyoruz. Edirne'ye varmadan bir öğle yemeği molası var. Akşam üstü önce Selanik sandığım sonra Aleksandrapolis olduğunu öğrendiğim küçük sevimli kasabaya varıyoruz. Selanik'e ancak gece yarısı ulaşabiliyoruz. Kocaman binalarıyla bildiğiniz büyük bir şehir Selanik halbuki, öyle şirin bir kasaba sayılmaz. İzmir'e benzetiyor görenler. Ben pek göremedim tabii, geçerken uğradık.

Egina'ya varış

 
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Atina'ya varıyorum. Aegina'ya gidecek feribotu bulmak üzere Pire'ye iniyorum. Pire aslında Atina'nın liman bölgesi. Farklı bir şehir değil adeta, birleşmiş Atina'yla. Atina'da fazla kalmadan hemen Pire'den feribota atlayıveriyorum, ver elini Egina..


Feribottan inince şimdiye kadar e-posta yoluyla bağlantı kurduğum hastaneye telefon edeceğim. Çünkü vardığım limana şehir merkezi dersek, hastane 8 km. uzakta ve adanın oldukça üstlerinde bir yerde yer alıyor. Toplu ulaşım da olmayan adada ya özel araçlar ya da otostop yoluyla seyahat ediliyor. Bu nedenle adaya varır varmaz hastaneye telefon ediyorum.. Telefon sistemini çözüp, telefona cevap verecek birini bulana kadar yarım saat ve üç kart harcıyorum. (Çünkü sanırım makineye sokulan kartlar ahizeyi kapadıktan bayağı bir süre sonra çıkıyor ve ben bunu beklemeden kartı kaptırdım zannederek bir tane daha almaya gidiyorum. Bu arada telefonun yanından geçen bir açıkgöz kartı alıveriyor olsa gerek..) Zar zor Aliki'ye ulaşıyorum. Aliki hastanede uzun süre takılan personel arasında tek İngilizce bilen. Sağolsun bana pek fazla sağlam camı kalmamış eski arabasıyla hastanenin bütün lojistik ihtiyaçlarını karşılayan Yorgo'yu yolluyor. Yorgos'la buluşuyorum. Beden dili dışında tek iletişim yöntemimiz benim iki gıdımlık Yunancam. Tabii yolun sonunu ben üstü açık (aslında hemen hemen her tarafı açık) arabayla giderken etrafı seyrederek geçiriyorum..

Hastaneye varıyorum. Aliki kısa bir hoşgeldin ve takdimden sonra dinlenmemi öneriyor. Dinlenmeyi ben de çok istiyorum ama çalışmaya gelmişim ya gelir gelmez yatmayı yediremiyorum kendime. Ve yemek hazırlama bölümünde çalışan kızlara yardım lazım mı diye soruyorum. Emin misin diyorlar, değilim ama eminim diyorum. O zaman şunları yıkayabilirsin diyorlar.. Kirli toprak yemek kaplarıyla dolu bir lavabo gösteriyorlar. Deterjan filan yok, öylesine suyla yıkanıyor kaplar. E doğal yaşamda da yok sonuçta deterjan. Çoğunda kokmuş etler sıcaktan yapışmış ama hastalarımızın pek de nazlı hayvanlar olmadıklarını sonradan anlayacağım.

Akşam yattığım yeri beğeniyorum. Gönüllü evinde, dört ranzadan oluşan 8 kişilik iki odadan birindeyim. Sonradan öğreniyorum ki diğer odada başka türlü bir rehabilitasyon (uyuşturucu) sürecinde olan gençler kalıyormuş ve diğer gönüllülerle onları ayrı odada yatırıyorlarmış. Bu nedenle gelişim biraz yer sıkıntısına yol açmış ama sonradan o gençler ayrılıyor ve yer durumu rahatlıyor.. Rehabilite olan gençler herkes için hediye olarak getirdiğim bir kilo nefis Antep fıstığını da yanlarında götürmüş olmalılar. Gerçi sonradan bu hediyenin buraya getirilecek en son hediye olduğunu öğreniyorum. Adanın temel tarım ürünü fıstık çünkü! Her yer fıstık ağacı dolu. Ama bizim Antep fıstığı gibi lezzetli değil burdakiler :)

Kaldığımız yerde çeşitli kitap ve oyunlar, bir de televizyon var. Tabii ki bir Hristo'nun bilgisayar oyunu. Hellenic Wildlife Hospital'ın, İngilizceyi video oyunlarından ve hastanede çalışan gönüllülerinden öğrenmiş ilginç bir karakteri Hristo. Para falan verdiklerini sanmıyorum, karın tokluğuna çalışıyor. En ağır işlere de baktığı oluyor, yan gelip yattığı da. Arada bir Filipos'a mırın kırın edince bir bilgisayar oyunu alıp gönlünü ediyorlar. Dalıyor kendi hayal dünyasına.. Sevimli bir genç. İyi kalpli..

Gönüllü evinin ilginç bir noktası da ayakkabı sandığı. Eğer evde bıraktığımız terlikleri ya da geceleri çıkardığımız ayakkabılarımızı sandığa koyup kapağını kapatmazsak, kapısı yazın hiç kapanmayan evimize giren köpekler tarafından kaçırılması olasılığı hayli yüksek. Kaptırdığınız terlik tekini 30 metre yukarıda yol kenarında bulabilirdiniz belki ama pek giyilecek durumu kalmazdı..


Aslında orada bulunmaması gereken köpeklerimizle evimizin önünde şakalaşırken... (Foto: Laura Virta)

Hastane düzeni


Hastane geniş bir araziye kurulmuş bir kaç tek katlı bina ve aşağıda geniş kafesler ve sulama havuzu gibi havuzların olduğu bir bahçeden oluşuyor. Ha bir de yukarı havuz bölgesi var, hastanenin girişine yakın ama utangaç su kuşlarını gizlemek için yeşillendirilmiş.. Dün bulaşık yıkadığım bina, hastanenin ana bölümü. Yoğun bakım gibi bir yer. Tedaviye ihtiyacı olan hayvanların bakıldığı, ayrıca toplu kafeslere alınamayacak durumda olanların tutulup günlük olarak kontrol edildikleri bölme. Sonradan anlıyorum ki hayvan bakımı ile ilgili en çok bir şeyler öğrenilebilecek bölme burasıymış. O da anca izleyerek.. Çünkü bakılacak hayvan o kadar çok, bakacak insan sayısı o kadar az ki, yorgun bakımcılar (veteriner yoktu, bir veteriner hemşiresi vardı, diğerleri ise deneyimle edinilmiş bilgileri kullanıyordu sanırım) işlerini yapmaktan gönüllülere pek bir şey öğretemiyor.

Yoğun bakım alanında ilk defa karşılaşacağım puhu kuşu, şimdiye kadar gördüğüm en etkileyici hayvanlardan biri oldu. Yoğun bakım alanı denilen yer üstü eski buzdalabı rafları gibi ızgaralarla kapanmış karton kutulardaki hayvanlardan ibaret.. Beni kafesleri gezdiren arkadaş, puhu kuşunun kafesine gelmeden beni uyarıyor. Neden olduğunu anlamıyorum tabii. Onun kutusunun yanına geldiğimde ilk gördüğüm şey insan gözünden büyük kocaman bir çift göz.. Göz göze geldiğimiz anda kedi pıslamasına benzer bir ses çıkarıyor ve kafeste olmasına karşın kanımı donduruyor. Sonradan her gün daha sağlıklı olanların kafeslerine gireceğim. Üstelik gece kuşlarının kafesine gündüz girerek onları sinirlendireceğim ama yine de bu karşılaşmalarımın hiç biri, bu ilk karşılaşmanın tüyler ürperten ve hayranlık uyandıran etkisiyle karşılaştırılamaz.

Bana bu bölümü gezdiren Finli arkadaşım Laura ile irtibatımız sürüyor. Onun çektiği ve büyük bir yüce gönüllülükle CD'ye kopyalayıp bize (ben ve başka bir kaç arkadaşa) gönderdiği güzel fotoğrafları bu sayfada sizlerle de paylaşıyorum.

İlk bir haftam ortama alışmakla geçiyor. Bu hafta boyunca orta avludaki kafesleri temizliyorum. Bu bölümde o dönemde, bir kaç kirpi ve tavşan, iguanalar, bir kaç sansar, sevimli kukuman kuşları, iki tane yalıçapkını, bir kaç karga ve saksağan, bir kaç küçük ötücü kuş ve bir yavru raşitik leylek (ki Red Kid diyorum ben ona, çarpık bacaklarından ötürü) var şimdi hatırladığım kadarıyla.

O bir çift sansar, galiba salıverilmiş yaban hayatına. Umarım sağlıklı yaşamışlardır.. (Foto: Laura Virta)

Biraz aşağıda hiçbir zaman açık raslamadığım hediyelik eşya dükkanının önünde rakun Niko'nun geniş villası, bir küçük Kuzey Afrika maymunu, bir sürü papağan, üç beş tane de uçan sincap vardı. Papağanlar,  sürekli telefonda yüksek sesle bağırır gibi konuşan Yannis'i taklit ederlerdi adeta. Bu egzotik hayvanlardan bıkan sahipleri onları sokağa bırakıveriyordu. Binlerce kilometre ötede olan evlerine gönderilemeyecekleri için hayatlarını bu Akdeniz sıcağında, kayalık, dikenlik bir adada geçirmeye mahkum kalmıştı bu hayvanlar. Çöp tenekesinde yarı baygın halde bulduğu beyaz (ama tüylerinin yarısı yolunmuş) bir papağan sürekli omuzunda gzen Yannis de Hastanenin kurucularından biriydi. Bütün gün marketleri, bakkalları dolaşır attıkları yiyecekleri toplar hayvanlara getirirdi. Çoğu zaman bizzat çöpten de topladığı oluyormuş. Hayvanlar için yaşayan bir adamcağızdı. Bir kaç kelime Türkçe bilirdi.

Bunun dışında kimsenin uğraşmak istemediği kumru ve güvercinlerle dolu karantina bölgesini de temizliyorum ki bu iş sonrası küçük parazitlerle dolu hissediyorsunuz saçlarınızı.. O yüzden kimse istemiyor sanırım. Ama alçakgönüllü Amerikalı bir kadın kimsenin istemediği bu bölümün bakımını üzerine alıyor daha sonra.. (Şimdi adını unuttum, kocası olimpiyatlarla ilgili ihale almış bir firmada marangozluk yapmaya gelmiş, o da hem kalmak hem de gönüllü çalışmak için burayı bulmuş..)


Egina'nın Finli gönüllüleri



Benim ilk haftam, bana çok sıcak davranan bir başka Finli olan Lara'nın veda haftası. Lara o zaman 35-40 yaşlarında. Ülkesinde bestecilik yapıyormuş.. Burada aşağı bölüm (down there) denen et kesme bölmesinde çalışmamı öneriyor. Yunanlılarca 'erkek işi' gibi tanımlanan bu işi, feminist damarı kabararak üstlenmiş burada kaldığı süre boyunca. İşi ondan sonra devralacak yine Finli olan Kira ve ondan da işi devralacak olan bendeniz gibi o da bir vejeteryan. Kendisi için olan bu tercih, et yemeden yaşayamayacak olan yaralı hayvanlar için bütün gün et kesmeye dayalı bu işi yapmaktan alıkoymuyor onu.. Bu arada burada neden bu kadar Finli var sorusunun yanıtı gecikmiyor. Hastanenin kurucularından biri olan ve dış dünyayla bağlantısını sağlayan Filipos'un karısı Finli. Finlandiya'da gönüllü arayışı konusundaki etkili çalışmaları, bu sakin, sevimli insanlarla ilk defa karşılaşmamı  sağlıyor. Yıllar sonra meslek icabı defalarca ülkelerinin başkentine gitmem gerekeceği aklımın ucundan bile geçmiyor o zaman. Bir grup Finlandiyalı ile Yunanistan'da bir adada karşılaşmış olmak gizli bir keyif veriyor bana.  Sonuç olarak ilk haftaların ardından Lara'nın sözünü dinleyip, aşağıya Kira'ya yardıma gidiyorum. Kira o zaman 17 yaşında olan ilginç, kendi başına buyruk bir karakter. Sapsarı saçlarıyla Finlandiya'da hiç ilgi çekmezken adada Yunan erkeklerinden gördüğü ilginin keyfini çıkarıyor akşamları.. Gündüz ise marketler tarafından bağışlanan (çoğu, tüketim tarihi geçtiği için) bütün tavukları ya da başka büyük et parçalarını kesiyor kasaturayla. Farklı farklı boyutlarda kestiği etlerin bir kısmını 'yoğun bakım' ünitesine bırakıyor. Kalan kısmını hayvanların ihtiyaç duydukları diğer gıdaları da alarak dağıtmaya gidiyor. Bir yandan yapıyor bir yandan bana anlatıyor. Ertesi günü ben yapacağım bu işlerin bir kısmını.. Çünkü hem et kesmek hem dağıtım ve kafes temizliğini aynı güne sığdırmak kolay iş değil. Hakkını teslim edeceğim ben de, o gittikten sonra, yalnız çalışmaya başladığımda..

Aslında bu bölümün temel sorumlusu o dönemde Jacob idi. İrina'nın sevgilisi olan Slovenyalı bu çocuk da ilginç bir karakterdi. Adanın fenerlerini yakarak ek gelir sağlıyordu. Ondan bir çok şey öğrendim, hayvan bakımı ve merkezin düzeni hakkında.

Leylekler. Bu balıksever kuşun zarif güzelliği ilk kez burada, onlara bu kadar yakınlaşınca dikkatimi çekti. (Fotoğraf: Babis Petrou - Ekpaz Facebook grubunda paylaşmış.)

Aşağı bölümün en dibinde iki havuz ve havuzun başında leylekler, flamingolar, martılar ve benzeri kuşlar vardı. Et kesilen tentenin hemen karşısında tilkilerin bölmesi vardı. Oldukça utangaç olan bu hayvanların en fazla 2-3 tanesini görebilirdiniz ama kafeslerinde 11-12 tane kadar olduğu söyleniyordu. Yoğun bakımda epilepsi tanısı konulan bir tilki daha vardı. Doğaya salınma umudu var mıydı ya da ilaç tedavisine yanıt veriyor muydu hiç bilmiyorum. Ancak yarı Bask yarı İspanyol arkadaşım Lorea, yüzündeki durgun ifadeyle Filipos'a benzetiyordu bu tilkiyi..

Hastane binalarından et kesimhanesine doğru inerken iki tarafta kafesler sıralanıyordu. Bu geniş kafesler büyükçe bir evin salonu kadardı. Yoğun bakımdan çıkan hayvanlar, beslenip, güçlenmesi için bu bölmelere alınıyordu. Burada kendine gelen hayvanlar doğaya geri dönebiliyordu. Bazı hayvanlar içinse böyle bir umut yoktu ve hayatlarını bu hastanede tamamlamak zorundalardı. Aslında serbest kaldığı halde uçup, uzaklaşmayan ya da bir şekilde hastaneye yanaşmış olan onlarca kuş vardı çevrede. Çok sayıda leylek, artık yiyecekleri önlerine dökeceğimiz akşam saatlerini sabırla bekliyorlardı dikenli tellerin dışında.. Yolun iki tarafında yer alan kafeslerde ise şahin, doğan, kartal, baykuş, akbaba türleri sıralanıyordu. Bir de su kuşları için hazırlanmış sulak ve bol yeşillikli bir bölme. Yukarıdakinden çok daha küçüktü buradaki kafes. Defalarca girip çıkmama, çevrede sessizce beklememe karşın yine de bu utangaç kuşların büyük çoğunluğunu görmeyi başaramadım.

Karga ve saksağan türü kuşların bulunduğu bölmede meraklı küçük bir karga her hareketimi dikkatle izler, sanki en ince detayı kaçırmaması gereken bir öğrenci gibi kafasını aşağı yukarı hareket ettirirdi. Elimi uzattığımda bazen hafif bazen sert biçimde gagalar, bazen hafifçe uzaklaşırdı. Önüne yiyecek koymama karşın yemekle ilgilenmezdi. Merakı, yiyeceğe değil de benim tekniğime idi sanki.  Bir daha sefere yemek dağıtımını kendisi yapacakmış gibi dikkatlice izlerdi. Yavru kuşlar (diğer hayvanlar gibi) kendi cinslerinden yeterince ilgi ve şefkat göremeyince insanlara daha bir yakınlaşıyorlardı. Bu hayvanların yeniden doğaya dönme olasılığı nedeniyle onlarla minimum iletişime geçmemiz bekleniyordu. Çünkü gerçek hayatta yaklaşacakları insanlardan benzer şefkati göremeyecek ve belki de hayatlarını tehlikeye sokacaktı bu yakınlaşma çabaları.

Et kesim işi bittikten sonra yüzünüze yapışan et parçalarını yıkayıp, kafeslerdeki suları değiştirip yemek kaplarını yıkamanız ve taze yemekleri koymanız gerekir. Dünden kalan yenmemiş yemekleri bir kovaya boşaltır, kafese kadar uzattığınız su hortumuyla yaparsınız bunu. Çok sıcak günlerde hortum biraz kafanızın üzerinden dolanır, sizi bir anlık serinletir.. Özellikle duş yapmak için Stevie Wonder gibi dansedip kafasını sağa sola oynatan yukarıdaki pelikan gibi, sıcak, yakıcı Akdeniz güneşi altında tazyikli suyla bir an bile olsa serinlemek hoşunuza gider.

Aşağıda çalışmanın zor yönleri de vardır, herkese göre değildir ama kendine özgü bir çekiciliği de vardır kuşkusuz. Selefim olan iki Finli gibi ben de kendi halimde çalışıp, hayvanlara hizmet etmekten, kendimi sanki doğanın bir tamamlayıcı parçası gibi görmekten keyif alıyordum. Bazen bütün gün aşağı kimse inmezdi. Herkes kendi işine dalmış olurdu yukarıda. Aşağıdaki işimiz o kadar ağırdı ki, yukarıdakiler 'hadi daha bitmedi' demeye bile gelmezlerdi, bilirlerdi elimizden geleni yaptığımızı.. Bazen acele et lazımsa Hristo gelir bir paket tavuğu (bir pakette 20 kadar tüm tavuk vardı) çabucak keser giderdi. Çok ince eleyip sık dokumaz, lokmaları küçültme işini hayvanlara bırakırdı Hristo.. Sonra geldiği gibi sallana sallana giderdi 'Me go to chicken, to chop kitchen' derdi, kelimelerin sırasını karıştırarak.. Başka Yunanlıların da yaptığı bir hata..

Et keserken çevrenizde dolanan sinekler, çiğ ete yumurtalarını bırakmak için dolanıp duran ve arada bir sizin bacağınıza konan o sineklerden kurtulmak için bacağınızı sallarsınız dakika başı ki bu bir tik haline gelir bir süre sonra.  Bir ara et kesilen bölgeye yakın yavru kediler peydah oldu. Çekingenlerdi ama arada bir sessizce, dökülen et lokmalarını kapmaya gelirlerdi. Sinekleri kovma çabalarım sırasında ayak altında olabilecek kedi yavrularına da dikkat etme gereği bir balerine dönüştürürdü sizi..

Boyu 1 metreyi rahatlıkla aşan akbabaların kafesine en büyük et parçaları bütün bütün atılırdı. Nedeni malum, onlar zaten bu işin ustası. Akbabalar üzerine yürürse hortumu sık, giderler diye öğretmişti Jacob. Ancak hayvanların önüne yemeği attıktan sonra sizinle ilişkileri pek kalmazdı. Rahatlıkla sularını değiştirirdiniz.

Puhu kuşları da yarı aralık gözleriyle asabi bir şekilde izlerlerdi sizi yemeklerini koyarken. Ortada geniş bir bölmede de kaz, ördek, kuğu, tavus kuşu gibi hayvanlar vardı. Onlara lapa gibi bir yemek hazırlardık. Bu arada meraklı tavus kuşları çevrenizde dönüp durur, ritmik hareketlerle sizi izlerler, bazen çok yaklaşıp, şöyle bir yoklarlardı..





Sevgili aşkım Strudel, kedi İneki'yi itip kucağıma oturmaya çalışırdı, boyutlarına bakmadan...(Foto: Laura Virta)

Aslında orada bulunmaması gereken evcil hayvanlar, hastanenin demirbaşları gibiydiler. Onlarla ilgili unutamadığım bir sahne, yemek yeme saatleridir.. Hastanenin asıl sakinlerini huzursuz etmemeleri için burada bulunmaları yasak olan ancak adalıların yolda buldukları yaralı, düşkün hayvanları getirip kapıya bırakmaları (evet, cami avlusu misali) sonucu, benim orada bulunduğum dönemde 15 kadar köpek ve kedi popülasyonu vardı. Bu hayvanlar için akşam saatlerinde elde fazla bulunan pirinç, makarna, tavuk parçaları, biraz da bağışlanan köpek maması gibi malzemelerle bir bulamaç yapılır, büyük bir kazanda 1 saat kadar pişirilen bu yemek hayvanlara geniş metal tepsilere yayılarak (çabuk soğuması ve kolay yemeleri için) servis edilirdi. Yemek kokusunu alan hayvanlar, saatleri de geldiği üzere birer ikişer o mutfağın önüne dizilirler ancak bir güvenlik mesafesini geçmeden, sanki orada gizli bir güvenlik şeridi varmış gibi uzaktan soğumakta olan yemeklere yutkunarak bakarlardı. Gizli güvenlik şeridinin nedeni ise sürünün 'alfa'sı durumundaki iri yarı sevimli bir köpekti (bana göre sevimliydi tabii, diğer köpeklerle hikayesini bilemiycem).. Adını anımsayamadığım bu köpek, diğer köpeklere ya da yemeklere göz ucuyla bile bakmaz, gözü hep uzakta bi noktada takılı, 'cool' bir pozisyonda güvenlik şeridi ile yemek tepsileri arasına sere serpe serilir, bu arada görünmez şeridi bir bacağı ya da ağzından akan sularla da olsa ihlal eden bir köpek olursa, itirazını adeta boğazını temizler gibi, çok da umursamaz bir hırıltıyla belli eder, ihlali gerçekleştiren köpek de mesajı alıp ayağını hemen geri çeker ya da akmakta olan salyalarını şalap şulup ederek hemen toparlayıverirdi. Bu sahnede, henüz alfa köpek yemeğe başlamadan yemek tepsilerinin yanında görebileceğiniz tek dört ayaklı; benim lekelerinden dolayı İnek adını verdiği ama bunu Yunanca yapmak için sonuna bir de 'i' ekleyerek İneki diye seslendiğim bir kedicik idi. Lider köpeğin belki de yirmi de biri cüssesine sahip olan İneki'nin, belki de tüketeceği miktar düşünülerek, gizli güvenlik şeridi ihlaline ses çıkarılmıyordu. Toplu temek ise ancak yemekler yeterince soğuyup, lider köpek ağır adımlarla tepsiye yaklaşıp yemeğe başladıktan sonra başlayabilir. Bekleşen köpekler hiyerarşik olduğunu sandığım bir sırayla birer ikişer tepsilere yanaşıp, yemeklere yumulurdu.

Bu döneme ait daha bir sürü anım oldu, otostopla ada gezintileri, Moni adası, Lorea ile kaybolduğumuz gece, o harika yazlık sinemada bir Türk filmine rastlamam ama gidememem, Duygu, 3 İrlandalı ve motorsikletle yaptığımız ada turu, hastaneyi gezdirdiğim ziyaretçilerle yaşadığım anılar, Yannis, Hristo, Aliki ve bana bir hediye göndermesine karşın adını şimdi hatırlayamamakla birlikte (ne yapayım isim hafızam berbat) çok sevdiğim Bulgar vet. hemşiresi (Yorgos'un eşi) -ki ortak anlaşabildiğimiz bir dil olmamasına karşın bütün gönüllülerle bir şekilde iletişim içindeydi- Kira'nın veda gecesinde başımıza gelen kötü olay ve daha neler neler. Ancak şimdilik bu kadarla yetiniyorum ve hayatımın bu güzel 2,4 aylık dönemini, bir gün tekrar oraya dönmek umuduyla kapatıyorum.

İlgilenenler için http://www.ekpazp.gr





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder