Kaplumbaa

Yine üç buçuk ay süren özel bir dönem. Türkiye'nin en büyük kaplumbağa yumurtlama alanı olan Antalya Belek'te EKAD yönetimindeki kaplumbaa arazisi dönemine ilişkin anılarımı içerecek...




Mayıs 2005 olsa gerek, bir yerlerden EKAD'ı buldum, Ali Fuat Canpolat'la bağlantı kurdum. Bu yaz, sizinle çalışabilirim dedim. Ertesi gün gibi kısa bir süre içinde aradı ve en çabuk ne zaman başlayabilirsiniz dedi. Sizin ihtiyacınız nedir dedim, bizim şu anda eleman açığımız var dedi. Ben de bir kaç gün içinde gideceğimi belirttim. Gerçekten ben bir ay kadar sonra diye düşünürken bir hafta içinde kendimi Belek kampında buldum. Geçen sene Aegina'dan aldığım ve ayağımda paralanmış olan ucuz sandaletlerimin yerine bu sene kumsalda çalışacağımı da düşünerek pahalı Adidas sandaletleriyle değiştiriyorum (Cemre sağolsun). Ancak sandalette ayağa vurma sorununun ucuz-pahalı seçimine bağlı olmadığını anlıyorum. Caanım sandaletlerimi, büyük acılar çekerek ya da arkasına basarak giymek zorunda kalıyorum. Neyse lojistik sorunlarım bundan ibaret sayılabilirdi.

Neden Kaplumbaa?


Belek kaplumbaa arazisini size anlatmadan önce neden hayvanceğizin adındaki yumuşak g'yi atladığımı hemen belirteyim. Belek'e vardığım gün, beni kampın her tür ulaşım ve lojistik desteğini sağlayan Robert karşıladı. Robert biraz esmer bir arkadaş ama o kadar iyi Türkçe konuşuyor ki ben önce onun İzmir yöresinde yerleşik esmer (bayağı esmer) halkımızdan olabileceğini ya da anne-babasından birinin yabancı olabileceğini düşünmüş idim. Meğer öyle değilmiş, Türkiye'ye sonradan, üniversite okumak için gelmiş Pakistan'dan.. Sadece Pakistanlı da değil daha bir sürü yerli (bir tek Portekizli kısmı kalmış aklımda) O güzel Türkçesini genelde konuşarak öğrendiğinden, bizim aslında yazdığımız ama okumadığımız kaplumba-ğ-anın yumuşak g'sini yazma gereği de duymuyor. Ben de hem onu hatırlattığı için hem de hoşuma gittiği için o döneme ben de 'Kaplumbaa' günleri adını taktım.


Orman Kampı


Kaplumbaaların ve kaplumbaacıların peşinde mayıs ortasından eylül sonlarına kadar yaklaşık 3,5 ay geçirdim. Orman İşletmecilerin yazın kullanmadıkları, güzel Belek çamlarının arasına, kumla toprak arası bir zemine kurulmuş portatif barakalarda geçti bu süre. İlk gittiğimde küçük bir iç odada kalıyordum. Kapıları, pencereleri sıkıca kapıyordu kızlar yatarken. Her tarafı kapalı bir odada yatmak beni zaten çok sıkar. Ya kapı, ya pencere açık olmalı. Hele ki perde kalın ve tamamen kapalı olmamalı. Ufak çaplı bir klostrofobi diyelim ve geçelim. Daha sonra geniş salon kısmının en ortasındaki yatağa geçtim. Aslında onlarca insanın bir arada yatması ayrı bir komedi yaratıyor. En çok da izin gününde uyumaya heveslenen ama bir o odada bir öbür odada yarım saat arayla çalan ve bir türlü susturulmayan telefon alarmlarına tepesi atıp oda oda dolaşıp onları susturup uyumaya çalışan Duygu'nun hali gelince aklıma, bu yaşadığımız komedi daha bir çarpıcı hale geliyor.
Belek fıstık çamları arasındaki Kaplumbaacı kampı




Kamp yerimiz oldukça genişti. Sanırım 30-40 kişiye kadar rahatlıkla barındırabiliyordu. Daha sonra çamların altına kurulan kamp çadırları, keyif için kullanıldı ancak.. Bir de köpekler tarafından.. Evet kampın sevimli köpekleri, yaz aylarında öğrencilerden yiyecek koparmak için yanaşan köpeklerin kışın ne koşullarda kaldığını bilmiyoruz ama umarım paçayı kurtarabiliyorlardır. 2 tane yavru köpeğimiz olmuştu o yaz. Biri siyah biri kahverengi. İkisi de birbirinden sevimli.

Öğlen ve akşam yemeklerimizi Robert çevredeki otellerden getiriyordu. Otel personeline çıkan yemekten bize de bir miktar verilmesi için anlaşma yapılmıştı. Bu sayede her hafta başka bir otelden sıcak yemek ve kahvaltılık alıyorduk. Zavallı Robert bu çok önemli lojistik hizmeti üzerine almıştı ama aklı da arazide kalmıyor değildi.

Özellikle kızların kamp alanında tek başına uzaklaşmaması rica edilmişti bizden. Geçmişte yaşanan tatsız bazı olaylardan söz edilmiş ancak ne oldukları pek de açıklanmamıştı. Bağımsızlığına (belki de aşırı derecede) düşkün biri olarak ben bu kısma bayağı takıldım önceleri. Şimdiye kadar bana kimse yalnız çıkma, etme, yapma dememişti. Londra'nın en tehlikeli bölgelerinde bile geceyarıları yalnız eve gelmiştim. Ancak bu kez başka insanların ve yapılan etkinliğin iyiliğini düşünerek bu 'bağımsızlığımdan' ödün vermem gerekecekti ve bu benim için zor oldu..

Gerçekten de Belek halkı, onca zamandır 5 yıldızlı otellerle kaplı ilçelerine gelen yarı çıplak turistlere alışmış olmaları gerektiği beklentisini boşa çıkaracak bir 'bakma' hali içindeydi.. Bir gün sahilde halk plajında yatan bir turist kızın çevresini akbabalar gibi çevreleyerek yere çömelmiş onu izleyen erkek vatandaşlarımızı görünce hem utandım hem de 'yuh' dedim. Bakılır da böyle de bakılır mıydı?


Farklı canlı türleri


Bir de Belek'in ünlü fıstık çamlarında yaşayan sincap aileleri. Eğer sabah 6-7 civarı kampta kalıp bir de uyanık kaldıysanız (çünkü o saatte ya arazide ya da uyuyor olurdunuz) bir sincap tiyatrosunun içinde bulurdunuz kendinizi. Evet, kamp alanımızdaki ormanda, ağaçkakan, alaca karga, kukumav kuşu gibi farklı türlerden canlıları da görme şerefine eriştik.Arazide ise kaplumbaalar dışında, kum kırlangıcı, florya, arap bülbülü, flamingo,  porsuk gibi her yerde göremeyeceğimiz hayvanlara da rastladık. Tilkiler her yerdeydi ama tabi bu çekingen hayvanla ben hiç karşılaşmadım. Bir de hoş olmayan bir tesadüfle kontrol açışı yaptığım bir yuvaya daldırdığım elimin o anda onun için de benim için de talihsiz bir şekilde turuncu bir çıyana denk gelmesiyle, sıradışı karşılaşmalardan birini yaşamıştım.



Bir su/kum savaşı sonrası duş sırası

Film geceleri

Laptop-projeksiyon düzeneğine bir de bir sürü seyirci eklenince işte size neredeyse bir yazlık sinema. Güzel filmler izledik Belek Kampı'nda. Ancak Belek'teki korsan filmcilerin gazabına uğrayıp 3 saat boyunca seyrettiğimiz Karayip Korsanlarının sonunu görememek gibi saçmalıklar da ortaya çıkabiliyordu. (O filmin sonunu hala göremedim.) Hatta sinemada korsan kaydedilmiş bir filmde, filmin ortasında kaydedenin 'o ne lan' şeklinde bir yorumunu da duyabilirdiniz. Ama orada izlediklerim arasında en unutamadığım film, Hacivat ve Karagöz olmuştu. Eğlenerek izlediğimiz filmin final sahnesinin ardından koltuklarımıza mıhlandık adeta. Belki 7-8 kişi izliyordu filmi belki daha fazla, hatırlamıyorum. Yazılar bitene kadar ne konuşabildik, ne hareket edebildik. Böylesine etkileyici bir film sonuna az rastlanır. Doğrusu senaryosuyla, oyunculuğuyla, çekimleriyle herşeyiyle güzel bir filmdi. Tekrar izlemek istedim ama neredeyse 10 sene geçti hala başaramadım. 

Kaplumbaa Arazisi 

Kaplumbaa arazisi üç bölümden oluşuyor diyebiliriz. İlk bölüm yuvalama döneminde yuvaların tespiti ve işaretlenmesini içeriyor. Burda yapılacak iş sabah erken saatte kimseler izleri bozmadan kumsalı turlayıp, geceden karaya çıkıp yumurtalarını bırakan kaplumbaaların yuva ve izlerini kayda almak. Toplam 30 km.'lik bir arazi 6 parça halinde 2 kişilik ekipler halinde kat ediliyor, yapılan izler ve yuvaların yerleri işaretleniyor, yuva eğer kıyıya çok yakın ve tehlikeli bir konumdaysa (ki nadiren oluyor) yumurtalar daha sağlıklı bir bölgeye taşınıyor ve olgunlaşma şansı tanınıyor. Eğer kumsal otel önünde ise ve dolayısıyla az da olsa korunuyorsa yuvaların üzerine konan kafesler, burada yuva var dikkat edin anlamı taşıyor. Yok, eğer arazi bölge sakinlerinin ya da kampçıların kullanımına açık kumsallar ise bir odun parçası yuva ağzını belirtecek şekilde kuma saplanıyor, bu odun parçasının üzerinde yuva numarası da oluyor. Bu birinci aşama arazi çalışmaları için en uzaktaki bölge Niğit idi ve kamptan buraya ulaşım bozuk yolları ve diğer ekiplerin bırakılması için kaybedilen zamanı da eklersek 1 saati aşabiliyordu. Genelde sabah 5:30-6.00 civarı (ki bu süre kampın son günlerine doğru, uyandırmakta iyice zorluk çektiğimiz sürücü arkadaşların ağır uykuları sayesinde 7'ye kadar kaydı) başlayan arazi, yazın sıcağında sabahın köründe dahi yakan güneş etkisini göstermeden bitirilmeye çalışılıyor.

 İkinci aşama diyebileceğimiz arazi de ilkiyle aynı döneme denk geliyor yani mayıstan ağustos başına kadar olan yuvalama dönemine. Ancak bu sefer Gece arazisi yapılıyor ve anne kaplumbaa, yuva yaptıktan sonra denize dönmeden yakalanıp ölçülüyor, markalanıyor ve bırakılıyor. Gece Arazisi gece 0.00-3.00 civarı yapılıyor. Belirlenen bir arazi hızlı hızlı kat edilip anne kaplumbaanın giriş izi aranıyor, giriş izi tespit edilirse sessizce yuva yapan anne bulunuyor ve işini bitirmesi bekleniyor. Dönüş yoluna geçtiği zaman yakalanıp ölçüm ve markalamaya geçiliyor. Eğer iz tespit edilemezse tur tamamlanıp bir yarım saat kadar bekleniyor ve tekrar geri dönülerek başka bir icraat olup olmadığına bakılıyor. 
Gece arazisi


Gece arazisine ilişkin herkesin ilginç bir anısı vardır.  Bir keresinde, yarım saatlik mola sırasında sessizce sohbet ederken burnumuzun dibinde (Niğit 5.1'in başındaki beton blokların orda) yuva yapmaya başlayan kaplumbaayı fark etmememiz; gece karanlığında hemen dalga çizgisi üzerinde, kaya mı yoksa hareketsiz bekleyen bir kaplumbaa mı olduğuna bir türlü karar veremeyip yavaş yavaş yanına sokulduğumuz ve birbirimizi ancak 1-1,5 metre kala farkettiğimiz için elimizden kaçırdığımız heykel kaplumbaayı, bir de başlayan yağmurda araziyi bitirmek zorunda kalıp, diğerlerini de açıkta bekletmemek için Deli Mehmet ile koşuşturduğumuz geceyi unutmayacağım. 

Üçüncü aşama ise en zevkli aşamalardan biri. Çünkü nihayet yavru kaplumbaalarla tanışıyoruz. Küçük yeşil kaplumbaa boyutlarında olan yavrular ağustos ayında çıkmaya başlıyor. Bu aşamada yuva yapma tarihi üzerinden 2 aydan fazla geçmiş olan ve artık yavru çıkışını tamamlanmış olması gereken yuvaların kontrol edilmesi, boş kabukların sayılarak sağlıklı çıkış sayısının istatistiklere işlenmesi gerekiyor. İşte arazinin en zevkli kısımlarından biri de bu dönemde başlıyor. Bazı geç kalan yavrular, sizin kontrol açışı için elinize attığınız sırada kumda kıpırdanmaya başlıyor. En üsttekinin kıpırdanması, yuvada kalan diğer yavruları da gaza getiriyor ve aslında gece çıkması gereken yavrular, sabah bile yeterince etkili Antalya güneşiyle tanışmış oluyorlar. Bu aşamada yapılması gereken, yavrunun kaslarının da gelişmesine yardımcı olacak bu ilk (ve yavru erkekse tek) kum yürüyüşünü kendi kendine tamamlayarak denize ulaşmasına yardımcı olmak. Yavruların denize ulaşmak için geceleri parlayan deniz yüzeyine doğru ilerledikleri sanılıyor. Gerçekten geceleyin yaşlı kaplumbağaları da yönlendirmek için önlerine doğru fener ışığını tutmak yeterli. Ancak gündüz bir ışık seli altında kalan yavruların denize ulaşması mucizevi ve büyük bir şans gerektiriyor.


Yumurtadan yeni çıkmış bir yavru: Muharrem ya da Mualla!

Bir gün bu tür bir kontrol açışı yapacakken elimi attığım yuvada, az önce sözünü ettiğim kaynaşmayı hissettim ve yuvada birden fazla minik kaplumbaanın (Muammer ve Mualla diyorduk bunlara..) çıkmaya çalıştığını anladım. Bir, iki, üç derken çıkan yavru sayısı artmaya başladı. Yanımdaki arkadaşa önden çıkanlara denize kadar eşlik etmesini rica ederken, ben de arkadan gelen yavruların yanlış yönlere dağılmalarını engellemek üzere yuvanın başında kaldım. Bulunduğumuz bölgede, denize giren halk ve turistler de vardı. Onların ilgisi bu şenlikli manzaraya yönelmeden ve bu kontrol açışı bizi daha fazla oyalamadan yavruları denize ulaştırmamız şart olmuştu. Bu arada yuvadan çıkan yavruların sayısı 25'i aşmış, ben arkadaşıma yavruları avucuna 5-10 tane doldurarak, yürüme aşamasını kısaltması için biraz daha denize yakın bi yere ulaştırması için yüklüyordum. Tabi hepsi başka yöne gitmeye çalışan afacanlar yolda düşebiliyor ve göz açıp kapayıncaya kadar gözden kaybolabiliyordu. Çevredeki insanların da kaplumbaalar konusunda yeterince sorumlu davranıp davranmayacağını bilemediğimizden işi çabuklaştırmaya karar verdim. Şapkamı çıkarıp yavruları içine doldurdum ve arkadaşıma verdim. Yavrular hala akın akın yuvadan çıkıyordu. Baktım olacak gibi değil, malzemeleri taşıdığım sırt çantamın ön gözünü boşalttım ve bir 20 kadar yavruyu da oraya doldurup, denize yakın bi yerde kumsala bıraktım. Küçüklerin sağ salim denize vardıklarından emin olmak için arkalarından bakarken arkadaşla, muhasebesini yaptık ve o 5-10 dakika içerisinde 70 tane yavrunun denize varışına tanıklık (hatta yardım ve yataklık) ettiğimizin farkına vardık.

Gündüz çıktığı için denizi bulmakta zorlanan bir yavru.


Ne yazık ki kaplumbaacıklar, henüz yumurta oldukları aşamadan başlayarak çeşitli predatörlerin (avcı hayvanların) tehditi altındalar. Yaşam alanları iyice kısıtlanan tilkiler, meraklı köpekler, yengeçler yuvaları kazarak tehlike yaratırken, martılar ve diğer su kuşları da yavruların denize ulaşması sırasında onları bekleyen bir tehlike. Ancak önünde sonunda bu doğal bir süreç ve bu tür çok sayıda yumurta bırakarak üreyen hayvanların tamamının erişkinliğe ulaşması da doğa açısından kabul edilebilir değil.
Her sabah yuvaların bir kısmında, bazı predatörlerin bir kaç yumurtayı akşam yemeği ya da sabah kahvaltısı yaptığını görüyorduk. Hatta bir sabah, yanımdaki arkadaşım, yuvanın ağzında kahvaltı sırasında yakaladığı yengece sinirlenerek, ayağından çıkardığı terlikle vura vura benim şaşkın bakışlarım arasında öldürüvermişti. Ona bu durumun normal olduğunu, kaplumbağaları değil de yengeçleri koruyan bir projede de çalışıyor olabileceğini ve doğanın dengesine müdahale ettiğini ancak iş işten geçince ve siniri yatışınca anlatabilmiştim. Aslına bakılırsa hepimiz bu 'kayırma' işini yapıyorduk, çünkü kaplumbaaların yani Caretta caretta'ların nesli tehlikedeydi ve biz bu aşamada, insanların bozduğu bir dengeyi yeniden sağlayabilmek adına devreye giriyoduk ama bu role de kendimizi fazla kaptırmaya gerek yoktu.



 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder