Tanzanya ve Kilimanjaro


Güneşin her daim parladığını düşündüğümüz Afrika'daki günlerimizin çoğu üşüyerek geçti. Safari parklarından, Maasai kültürüne, Kilimanjaro zirvesine yaptığımız yolculuk.


Peru

Peru'da bizi en çok etkileyen anlardan biri... dinlenme anı.. Inca dağlarında adeta sel suları gibi çağıl çağıl dağların arasından akan bulutlar çevremizde geziniyor.

Paraşüt



Paraşüüüt HEYY, Heeey PARAŞÜÜT..
KAPIDA DUUUR. ATLAA... Ve üç gün süren bilgi bombardımanı ve yer eğitiminin, belki 300 kişinin bir arada bulunduğu kamp ortamının ardından yapayalnız göklerde süzülüyorum işte. Ne bir motor uğultusu, ne herhangi bir elektronik alet var çevremde. Paraşütümün hışırtısı, aşağıda İnönü'nün yeşil çayırları, yeni doğmuş güneş ve ben, bahtiyarım :)



Sarımazı


Belen, hiking, flowers - Uploaded by Niedländer on panoramio.com

Çocukluğumuzun en güzel anılarına mekan teşkil eden bu özel ve güzel yer benim için mutlu anılar ve sonrasında kaybetmenin verdiği hayal kırıklığıyla karışık tarifi sor duygular yaratıyor. O dönemi benimle birlikte yaşayanlar da benzer şeyler hissediyor ki www.sarimazipostasi.com diye bir web sitesi oluşturup o dönemleri anlattık, anıları, fotoğraf ve filmlerimizi paylaştık.

Gelibolu

1995 Gelibolu Yeşil Öncü taburu anıları... Tarihi yarımadada içlerimizi cız ettiren yangının ardından 1400 kadar üniversiteli gencin İTÜ'den Prof. İsmail Duman öncülüğünde yaptığı ağaç dikme harekatı..




Bu özel coğrafya ile böylesine özel bir olay sayesinde tanışmaktan, bu olayın bir parçası olmaktan hep gurur duydum.


Benim için çok özel olan bu dönem, bir 10 Kasım sabahı (yoksa öğleni miydi, törenden sonra o kadarını hatırlıyorum) İsmail Hocanın (Prof. Dr. İsmail Duman - İTÜ Metalurji Fakültesi) çevre mühendisliği dersimize girip, Gelibolu'da yapmayı planladığı harekatı (diyim ben ona) anlatmasıyla başladı. O, 10 Kasım sabahı içim manevi duygularla zaten dolup taşarken, okulun klasik 10 Kasım törenine içimden saydırırken, İsmail Hoca gelip öyle damarına damarına şeyler söyledi, öyle içten, öyle gözleri parlayarak gazı verdi ki, zaten böyle bir işaret bekleyen ben yerimde duramaz oldum. Şu an bile bu satırları yazarken, o an bana yaşattığı coşkuyu anımsayıp gözlerim doluyor. Kısacası Mustafa Kemal'in yolundan giden hocamın, Gelibolu yarımadasında geçen seneki büyük yangının ardından biz üniversiteli gençliğe düşen görevi hatırlatan ve bu görevin bir kısmını yerine getirme fırsatı veren bu konuşması bana bütün fakülte için gereken coşkuyu vermişti. O an bu duygumu paylaşacak en yakın arkadaşlarım ne yazık ki yanımda değildi.
Her neyse hocamın verdiği gazla, fakülteden bir kaç kişiyi de olaya sürükleyerek manga sorumlusu olmaya hak kazandım :)
Kamp dönemi, tam final dönemine denk geldiği ve bir iki sınavı bütünlemeye ya da mazeret sınavına bırakmak gerekeceği için ilgide bir miktar azalma olduysa da 700 kişilik kontenjanı doldurmakta çok da zorlanmadı sanırım İ.T.Ü öğrencileri.

Kampa varış


Kasım sonu aralık başı gibi bir dönemde, biraz gereksizce uzun süren bir yolculuk sonrası kampa akşam karanlığında varabildik. 15 kadar otobüs, Çanakkale şehitler anıtını ziyaretimizden aklımda kalan tuvalet sırasının uzunluğuydu..
Gelibolu kolordudan bize yardım etmek, kamp yerini kurmak ve güvenliğimizi sağlamak için gönderilen askerler çadırlarımızı kurmuş bekliyordu. Gece karmaşasında kimin nerede kalacağını bulmak bir hayli zor oldu ve yorgun argın çadırlarımıza kapağı attık. Askeri çadırlar 40 kişilikti. İçinde 2 tane teneke soba vardı ve ben içeriye girdiğimde askerlerin bize yakıp, hazırlamış olduğunu gördüm. Ben çadırın kapısının dibinde bir yer bulabildim. Sanırım her zamanki saflığımla, ortadan yer kapma yarışına dahil olmamanın cezasını da bütün gece çektim. Bize dağıtılan askeri tulumun içine girdim. Hava soğuktu. Ayaz vardı ve çadır inceydi. Tulum inceydi. Çadırın kenarlarından içeri rüzgar giriyordu. Soğuk toprağın bir karış üzerinde olan mat da pek fazla yalıtım görevi göremiyordu. Evden bir battaniye getirmiştim. Onu da örttüm, uyku tulumunun üzerine. Yetmedi, çantada bulduğum her kazağı, orama burama sarmaya başladım. Bütün bu önlemlere karşın, sabaha kadar dişlerimin birbirine vurduğunu ve sabah bu aktiviteden dolayı ağzımda bir yorgunluk hissettiğimi hatırlıyorum. En kötüsü de üşüyüp üşüyüp içeri sığınabileceğimiz bir yer de yoktu. Her çadırın durumu aynıydı. Askerlerin gece yaktığı sobaları, yorgun argın yatıp ateşi beslemediğimiz için 1 saatte sönmüştü ve herkes aynı soğuk geceyi geçirmişti. Neyse bu ilk geceden aldığımız ders, bizi ertesi akşama kalmadan disipline etti. Ertesi gün, ağaç dikme işi sonrası hemen çadırlara rüzgarın girişini engellemek için çukurlar oluşturuldu ve soba nöbetleri programlandı. O ilk geceden sonra da bi daha o kadar üşümedik.

Ağaç dikimi


Arkadaşlarımdan, Ayşegül ile Kaan'dan farklı gruplara düşmüştük. On kişilik mangamın başında, bize dağıtılan kazma ve kürekleri nasıl taşıyacağımızı öğrenerek yola düştük. Bizim bölük, 4 manga yaklaşık 40 kişiden oluşuyordu. Demek ki böyle yaklaşık 16-17 bölük vardı. Hepimiz sabah önce asker gibi sıra oluyorduk ve böylece bir araya geliyorduk. sonra İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi hocalarının da eşliğinde, dikim bölgemize gidip işe koyuluyorduk. Bir fidan kamyonu, bir de su tankeri bize eşlik ediyordu. Manga, bir sırayı alıyor, birileri kazarken, birileri dikiyor, sonra iş değişimi yapılıyordu. Öğlen yemeği, yine arazide, dağıtılan kumanyalarla yeniyordu. Ellerimiz, toprak ve çamur içinde sandviçlerimizi yiyorduk. Su tankerine gidip ellerimizi yıkıyabilirdik ama o sıraya kim girecekti şimdi. Hem toprak bu, kutsal toprak. Çanakkale şehitlerinin kanıyla sulanmış, vatan toprağı.. Gelecek zarar ondan gelsin diyorduk. Zaten kamp ortamına uyum sağladıktan sonra, öyle çay karıştırmak için, yerden bir ağaç çöpü alıp çakıyla kabuğunu sıvayıp kullanmaya başlamıştık..

Öğle yemeğinden sonra kan midemize doğru akınca biraz üşümeye başlıyor ve hemen yeniden işbaşı yapıyorduk. Deniz kenarındaki araziler (deniz seviyesinin bir on metre kadar üstündeki tepelerde) en güzelleriydi. Arkadaşınız fidanı torbasından çıkarırken nefes almak için şöyle bir havanın ve ortamın güzelliğini içinize çekebiliyordunuz. İçinizde manvei duygularla karışan taze orman havası, bambaşka bir coşku veriyordu insana.. O anlarda yaşadığım mutluluk, hayatımın en güzel dönemlerinden birini yaşattı bana. Ve işte bu satırları, buraya yazmaya itti beni..

Günün en güzel saatlerinden biri de akşam kızaran güneş denize doğru alçalırken, deniz kenarından yaptığımız kampa dönüş yolculuğuydu. 20-25 dakika kadar süren ve soğuk kumların üzerinden bata çıka ilerlediğimiz bu yolculuk, bazen uzun eşek oyunları nedeniyle biraz daha uzuyordu.. Deniz çok cazip görünüyordu. Aslında o soğukta, girme cesaretini gösteren bir iki cengaver de çıkmadı değil..

Akşam yine 40'ar kişilik yemek çadırlarında, askerlerden karavana alıyorduk. Ben askerlerin pişirdiğini sanıyordum ama meğer yemek işini organize eden İsmail Hocanın komuta çadırındaki öğrencilerden biriymiş. Sonraki hafta aynı çadırı hatta Gelibolu ordu evinde bir gece odayı paylaştığım bu arkadaşın adını ne yazık ki hatırlayamıyorum. Ama başına sardığı tülbentle çok anaç bir tavrı vardı ve İsmail Hoca gene bu işe çok uygun birini bulmuş diye düşündürtüyordu adama..

Her neyse ilk hafta henüz onunla tanışmamıştım ve yemek çadırımda, kendi bölüğümle birlikte yemeğimi yiyor, sonra gece kapmta, ister ateş çevresinde toplanan bir gruba, ister müzik yapan, şarkı söyleyenlere ister merkezi bir çadırda İsmail Hocanın yaptığı çeşitli etkinliklere katılıyorduk. O zaman Beşiktaş'taki deniz müzesinin yönetiminde çalışan Erol Mütercimler'le tanışmamız da böyle olmuştu. Biz, Aydınlanma 1923 grubu olarak 'Kemalizm bir ideolojidir, Türkiye için en doğru yoldur' diye yırtınırken bizim dediklerimizi savunan ve dili de çok kuvvetli olan, keskin zekasıyla hiç aklımıza gelmeyen konuları dürten bu subaya, burada, ormanın içinde rastlamamız bizi şaşırtmıştı gerçi ama İsmail Hocayı biraz daha tanıyınca böyle 'tesadüflerin' sık sık karşımıza çıkmasına şaşırmamak gerektiğini anlamıştık.

Gelibolu Yeşil Öncü Taburu ve müzik deyince, iki konuyu anlatmadan edemeyeceğim. Birincisi, bölüğümüzde yer alan (sanırım Tarık isimli) ve çok güzel kanun çalan bir arkadaşa sahip olma şansımız.. Hiç nazlanmadan her isteneni çalıyor ve gruba neşe ve fasıl muhabbeti katıyordu. Bir gece kır gazinosundaki 'disko'ya da gittik ama o kadar zevk alamadık. Müzikle ilgili ikinci konu da Yeni Türkü'nün kampta vermesi planlanan konserdi.. Kar-kış bastırdığı için grubun büyük bölümü yolda kalmış ve kampa ulaşamamıştı. Derya Köroğlu ve gitarı yine de bize keyifli bir gece yaşatmaya başarmıştı.
Haa, tabi bir de İsmail Hocanın ateş başında o güzel sesiyle Sertab Erener'in Sevdam Ağlıyor şarkısını söylemesini hiç unutamam...
Yıllar sonra (2014) ağaçlarımızı ziyaret...

Kaplumbaa

Yine üç buçuk ay süren özel bir dönem. Türkiye'nin en büyük kaplumbağa yumurtlama alanı olan Antalya Belek'te EKAD yönetimindeki kaplumbaa arazisi dönemine ilişkin anılarımı içerecek...




EKPAZ


Kör kasaturalarla et kesmek, dağıtmak, kafesleri temizlemekle geçen yorucu bir gün sonrası ip gibi akan suda iki büklüm yaptığım banyo sonrası, yan balkonun serin mermer kenarlığına oturup, akşam üstünün kızıllığına karışan tavus kuşu ve şahin çığlıklarını dinlerken duyduğum huzur, mutluluğun bir ifadesiydi benim için.
Yaz sıcağında cayır cayır yanan bu Akdeniz adasında, duş yapmak için dikkat çekmeye çalışan, hortumu püskürtmeniz için Steve Wonder gibi dans edip kafasını sağa sola oynatan bu pelikan ve diğerleri 2004 yazında yüreğime dokundular.