Tanzanya ve Kilimanjaro


Güneşin her daim parladığını düşündüğümüz Afrika'daki günlerimizin çoğu üşüyerek geçti. Safari parklarından, Maasai kültürüne, Kilimanjaro zirvesine yaptığımız yolculuk.










1 Ekim 2012:
Afrika yolculuğum bir telaşla başladı. Atatürk Havalimanında kapıdaki son kontrolde görevli vizemi ararken ben ona kayıtsızca Tanzanya vizemi gösteriyordum. Oysa ki uçuşum Addis Ababa (Etiyopya) üzerinden olacaktı. Adamın, oraya vizeniz yok mu sorusu ile birlikte bir anda elimi alnıma şaklattım. Tabii ya, Addis Ababa için transit vizeye ihtiyacım olup olmadığını hiç bir şekilde kontrol etmemiştim. Adam, 'bi dakka soralım bir' dediğinde, Tanzanya vizemi bile son haftaya bırakmaya varan rahatlığımın artık sonuna geldim diye düşündüm.
(Bu arada İstanbul'da Tanzanya vizesi Maçka'da yer alan Başkonsolosluk tarafından aynı günde verilebiliyor, en azından ben gittiğimde Başkonsolosun işi yoktu ve hemen imzayı bastı. Konsolosluk görevlisi de uzak bir yerde oturduğumu duyunca, kargoyla da yollasanız olurdu dedi.
Adres: Abdi İpekçi Cd Atid Apt. No:29 D:4, Nişantaşı  Telefon:(0212) 2322546
http://tanzanya.konsoloslugu.com/  Bilgilerinize...)

Bir iki dakika bekledikten sonra adam yaptığı telefon görüşmeleri sonrasında bana oluru verdi ama benim içim gene de rahat edemedi. Üstelik uçuşun ikinci ayağı için boarding pass bile vermemişlerdi bana ve elimde biletin bir çıktısı bile yoktu. Nalet olsun elektronik hayat!
Elimdeki tek delil, bagaj fişlerimdi aslında. Sopalar ve matlar yüzünden tuhaf bir şekilde 'kırılacak eşya' bölümünden verdiğim ve elime ulaşabilmesinden şiddetle şüphelendiğim bagajlarımın fişleri...

Her neyse THY ile Addis Ababa'ya kadar rahat bir uçuş yaptım. İçim değilse de dışım rahattı yani.. Rahat olursam her şey yluna girer düsturundan şaşmamak en iyisi dedim. Addis Ababa'da tansfer masasına gittim. Gerçekten de sorun yoktu. Hiç pasaporttan çıkmadan gidiş kapılarına ulaşabilecektim. İçim rhat etti. Peki ya bagajlarım? Onların Kilimanjaro Airport'a transfer edileceği söylendi. Böylece ben 2 tane uyku tulumu (birini Didem için almıştım) bana uzak bir biçimde havaalanının bir köşesinde beklerken, Afrika'daki ilk gecemde sabaha kadar tıkırdadım soğuktan :) 

Karama Lodge'ta balkon keyfi
Karşılaştığım ilk Etiyopyalılardan olumlu bir enerji aldığımı düşünerek, yaklaşık gece 1'den sabah 10'a kadar sürecek bekleyişime başlamak üzere havaalanı şezlonglarından birine (evet gerçekten de öyle koltukları var ve süper bir fikir bence, İstanbul Atatürk de o kadar yer olsa da koysalar bunlardan) yerleştim. Eh, yatacak bir yerim vardı ve bu beklediğimden de iyiydi. Bu geceyi havaalanında geçireceğimi biliyordum ama hesaba katmadığım bir şey vardı: Üşümek. Afrika deyince kafamızda sıcak imajlar oluşuyor hep, neden bilmiyorum.  İlk olarak uçakta pilot dışarısının 14 derece olduğunu söylediğinde şaşırmıştım. Ne de olsa Afrika idi burası ve İstanbul'dan daha sıcak olmalıydı. Herneyse dedim dırdır yok ama işte sabaha kadar bırbır titremekten de kendimi alamadım. Aşağıda ulaşamadığım -20 dereceye dayanıklı iki tane uyku tulumu varken salaklığıma doymadan burada sabahı buldum. Sanırım sabaha doğru sızmış olmalıyım. Çevremde pek insan kalmamıştı, benim gibi havaalanının gece misafirleri ve bir kaç görevli dışında.

Karama Lodge
Sabah olmuş, uçakta verilen göz maskesini  telaşla  sıyırıp etrafımı saran insanlara şaşkınlıkla baktım. Sonra bir de yeni doğmakta olan güneşin olduğu ova tarafına. :) Evet işte buydu: Afrika'nın insanları içine çeken güzelliğiyle ilk karşılaşmam sayılırdı bu ve hemen hemen düz bir çayırlık, azıcık çiçekli otlar ve ileride gölgesi görülen tepelerden başka bir şey olmamasına karşın enfesti.

2 Ekim 2012

Didem'le zor bir buluşma. Ben Nairobi üzerinden 2 saat kadar gecikmeli olarak Kilimanjaro Airport'a varıyorum. Didem'e Nairobi'den yolladığım mesaj, bir kaç gün daha bizimle kalacak ve belki 100 kere filan teslim edilecekti.

En nihayet buluşma gerçekleşiyor. Güzel bir yerde kalıyoruz, adı Karama Lodge. Eğitim nedeniyle Arusha'da bulunan bir kaç otel misafiri ile tanışıp, barakalarımızın arkasındaki tepeye yürüyüş yapıyoruz. Uzaktan Meru Dağı görünüyor bütün ihtişamı ile. Karama Lodge'a bir daha geldiğimizde -ki dağdan sonra olacak bu- bu konforun kıymetini daha çok takdir edeceğiz.


3 Ekim 2013
Kahvaltıdan sonra özel rehberimiz David ile Lake Manyara'ya doğru yola çıkıyoruz. Yolda, erkekliğe giriş törenlerini yeni gerçekleştirmiş, baştan aşağı siyah giyimli, kendisi de zaten epey koyu tenli olan ancak yüzleri beyaza boyalı Masaai gençlerinin arabaya sopalarıyla vurmak istemeleri ve tehditkar ifadeleri biraz tedirgin etse de arabamıza, şoförümüzün heybetine (!) ve onun rahatlığına güvenerek göle varıyoruz. Kampta, babun, diğer bir tür maymun, wilder beast, zebra, Thompson's gazella, fil, zürefa ve pumba (yaban domuzu) görmeyi başarıyoruz. Ağaçta uyuyan aslanlarıyla meşhur bu koruma alanında, bu hayvanlar ve onları görenlerin sayısı giderek azalıyormuş. Reklamlara aldanmamalı. Gene de güzeldi. Ağaçlar ve ağaçlarda bir takım hayvanların sesleri geliyor ama gece olduğu için ne olduklarını pek göremiyor.



Akşam kamp yerinde geceleyeceğiz. Burası öyle filmlerdeki gibi Afrika bozkırının ortasına kurulmuş, ateş başında toplanılan bir kamp yeri değil. Daha çok bizde böyle eskiden TCDD kampı v.s gibi devlet dairelerinin kamp yerlerine benzeyen bir alan. Çevresi duvarla örtülü, çadır kurulabilecek yerler olduğu kadar 2 katlı konaklama daireleri olan bir alan. Bir havuz, bir kantin ve yemek yeme alanı. Tuvalet ve duşlar var. Büyük am. Aşçımız Abdul müslüman Tanzanyalılardan. Burada nüfusun yüzde 30 kadarının müslüman olduğu söylendi bize. Dinler arası evlilikler normal karşılanıyor ve kimsenin din değiştirmesi gerekmiyor evlenince.

Abdul'ün pişirdiği akşam yemeğini yemeden önce Mto wa Mbe kampının ben duşundan Didem ise havuzundan yararlanıyor, günün yorgunluğunu biraz olsun atıyoruz. Şartlar ilkel ama çok fazla bir beklentimiz yoktu zaten.

Akşam yemek sonrası Abdul ve sonradan bize katılan rehberimiz David ile güzel bir sohbete dalıyoruz. Abdul biraz yorgun ve İngilizcesi de çok iyi olmadığı için az konuşuyor ama yine de bize kalp kırıcı çocukluk hikayesini anlatıyor. Bebekken annesi tarafından terk edilmiş, 15 yaşında zaten çok sık göremediği babasını da kaybettiği zaman annesini ona uzaktan gösteriyorlar.

4 Ekim 2012

Mto wa Mbe Kamp alanı
Sabah 6 gibi tuvalet ihtiyacının zorlamasıyla çadırdan çıkıyorum. Vaay! Meğerse kampımız bir kuş cennetinin ortasındaymış. Sabahın horoz korosuna, dallarda daha doğrusu ancak 5-6 metrelik ağacın en tepesinde durabilen devasa pelikanlar, şahinler, arap bülbülleri ve daha adını bilmediğim başkaca kuşlar eşlik ediyor. Tam bir 'kuşluk' vakti. Sabah havuzun başına oturup biraz bu koroyu dinliyor ve not tutuyorum.
Buradaki bitki örtüsünün İskenderun'a daha doğrusu bizim Akdeniz bitki örtüsüne benzerliği şaşırtıcı boyutta. Zakkum, begonvil, akasya, palmiye ve ismini bilemediğim diğer pek çok türe aşina sayılırız.

Afrika heykeli yapım işi
Ancak hâlâ ağaç tepelerinde bolca bulunan pelikan ve şahin gibi bizim az gördüğümüz kuşlar, Türkiye'de yaban hayatımızdan ne çok şeyler eksildiğinin sinyallerini veriyor.

5 Ekim 2012
 Bisiklet turu günü. Rehber bir Masaai. Normal giyinmiş. Bizi kamp yerinden alıyor. Bisikletlerimizi getirmiş. Önce yakındaki pirinç tarlalarını ziyaret ediyoruz. Daha sonra ağaç oyma heykeller yapan sanatçıları. Mozambik'teki iç savaş sırasında göç etmişler, daha sonra da geri dönmemişler. 
Sonra köy yollarının içinden geçerek, Lake Manyara'nın diğer tarafına gidiyoruz. Bufalolara 250 metre kadar yaklaşıyoruz. Masaailer yararına bir kooperatif adına çalışıyor rehberimiz. Kurumuş olan gölde, bisikletlerle ilerliyoruz. Gerçekten o uçsuz bucaksız açıklıkta, başka bir zamanda aslanların dolaştığı yerlerde dolaşmak heyecan veriyor. Bir çok sürü hayvanı görüyoruz gene. Göl, tuz gölü gibi bembeyaz görünüyor. 

Muz ekim alanlarının arasına doğru gidiyoruz daha sonra. Yolda o çok ününü duyduğumuz muz birasını deneme şansımız oluyor. Bira kelimesi bende her zaman heyecan yaratır. Eh bi de konu yerel bira olunca iyice meraklanıyorum. Özel bir içme yöntemi varmış. Köylülerin ilk tercihiymiş falan.
Muz birası
'Banana beer' sanırım yeşil muzlardan üretiliyor. Burada üç çeşit muz var. Kırmızı olan pişirilerek yeniyor. Sarı olan da meyve gibi. Muz birası, geleneksel olarak resimde görebileceğiniz çardak tipi yerlerde (local pub diyelim) tanıdıklarla içiliyor. Bir bardak elden ele geçiriliyor. Herkes birer yudum alıyor. Önce üstteki köpüğü üflemek gerekiyormuş. Denilenleri yapıyoruz ama bu sıcak içeceğin birayla pek alakası olduğunu söyleyemeyeceğim. Suratımdan da anlaşılacağı gibi bu ekşimsi tattan pek de haz etmiyoruz. Birer yudum aldıktan sonra, biraya devam etmeleri için çardaktaki kadınlara bırakıyoruz.
Ağaçlar arasında güzel bir yemek yiyip, normal soğuk Tanzanya biralarımızı içiyoruz. Muz ekim alanlarındaki insanların yaşam şekilleri hakkında biraz fikir edinerek kampa geri dönüyoruz. Aşçımız Abdul'ü de alarak David ile Arusha'ya geri dönüyoruz. Akşam trafiğinde biraz zaman kaybederek o gece konaklayacağımız Planet Lodge'a geliyoruz. Etraftaki yoksulluktan soyutlanan kalın duvarların arkasında oraya göre lüks sayılabilecek sakin bir yer. Burada internete girme şansımız bile oluyor, Tanzanya'da ilk kez.

6 Ekim 2013

Planet Lodge'dan sabah erkenden ayrılıp o gece konaklayacağımız Maasai köyüne doğru yola çıkıyoruz.  Kaktüs ağaçlarının arasından ilerlerken nasıl bir yere gideceğimizi düşünüyoruz. Bir süre sonra yol filan da kalmıyor ve aslına bakarsanız şoförümüz David bizi sanırım içgüdüleriyle götürüyor. Hız göstergesi çalışmayan bir cipte, GPS olmasını bekleyemeyiz. Hiç bir yön işareti olmayan, birbirini sürekli kesen yollarda ilerliyoruz. İkinci bir araba geçtiği zaman toz duman içinde kalıyoruz. Neyse David'in yön duygusu sağlammış ya da bir kaç kere yanlış yola saptıysak da biz anlamadık çünkü her yol birbirine benziyordu. 

Maasailer ilk başta beni biraz ürkütmüştü. Fotoğraf çektirmekten hoşlanmadıkları konusunda uyarılmıştık. Ya da karşılığında para isteyecekleri konusunda. İlk günler, yol kenarında duran ve yeni sünnet daha doğrusu erkekliğe giriş töreninden çıkmış olan simsiyah örtülere bürünmüş tenleri kapkara, yüzleri beyaz kireçle boyanmış gençler arabamıza doğru asabi hareketler ve tehditkar hareketlerde bulunuyorlardı. Hatta bi kere ellerindeki sopalardan biri ile vurdular. Öfkeli jestleri, bu delikanlılara temkinli yaklaşmamı sağlamıştı. Aralarında yalnız dolaşmaya cesaret edemezdim. Bu ilk kaygım, bisikletle yaptığımız turda bize eşlik eden Maasai rehberin yanında azalmıştı. 
Bembeyaz parlayan göle doğru ilerlerken bir tarafta yabani bufalo sürüleri, bir yanda Maasai sığırları ve çobanları dolanırken, yola doğru ağır ağır yaklaştıkları görüntü gözümün önünden gitmiyor. Biz bisikletlerle ilerlerken, onlar da geçeceğimiz yola doğru geliyordu. Bu çok uzun boylu mağrur görünüşlü bir Maasai idi. Yanında yine boyu benden uzun olan ama genç (muhtemelen oğlu) hatta çocuk denilebilecek yaşta bir Maasai daha vardı. Bize bakarak ağır ağır yol kenarına gelip, rehberimizle kısa bir selamlaşmanın ardından işlerine devam etmişlerdi. 

Olpopongi: Maasai Köyünde konaklama

Bu tozlu off-road seyahati sonrası öğlene doğru Maasai köyüne varıyoruz. Didem'de biraz hayal kırıklığı var. Çünkü köy orjinal gibi gözükmesine karşın turistler için tıpatıp aynı yapılmış. 'Tuvalet ve duşları sizin için ekledik' diyor rehber, 'çünkü geleneksel olarak bizim tuvaletimiz açık arazidir'.
Karşılama korosu

Bizi karşılayan çok sesli kabile korosunun ardından beraber zıplama dansına davet ediliyoruz. Gülen yüzleri sıcak bir ifade içeriyor. Adının Freddy olduğunu söyleyen rehberimiz, bize köyün asıl yaşadıkları köy olmadığını, asıl köylerinin 2-3 km ileride kurulu olduğunu, gelen giden turistlerden etkilenmemek ve kültürel yozlaşmanın önüne geçebilmek için böyle bir sistem kurduklarını açıklıyor bize. Bu 'turistik' ortamı görünce başta hayal kırıklığı yaşayan Didem ve ben de hak veriyoruz bunun üzerine gence. Gündüzleri buraya gelip, turistlere yaşamları, adetleri hakkında bilgiler veriyorlar. Birebir aynısı kurulan köyde, yaşam şekillerini bize sergiliyorlar. Bir de müzeleri var, orada bilgi alıyoruz Maasai gençlerinden. 
Freddy akıcı İngilizcesiyle adetlerini anlatmaya devam ederken en fazla 23-24 yaşlarında gösterdiği halde 4 eşi olduğunu öğreniyoruz. Evet, poligami bir Maasai geleneği. Erkek 15 kadınla evlenebiliyor. Ancak her eş alımında epeyce sığırı başlık parası olarak vermesi gerek. Eşler ayrı evlerde yaşıyor ve Freddy'ye göre birbirlerini kıskanmıyorlar :) Aslında 30 yaşındaymış Freddy. İlk evliliğini anlatıyor bize. Babaları onlar daha bebekken kararlaştırmış, beşik kertmesi misali. 18 yaşına kadar görmemiş ama anlaşmalı eşini. Neyse ki güzel çıktı diyor. Daha sonra Kimani tarafından keklendiğimiz için Freddy'nin de gerçekten 4 karısı var mıydı emin olamıyoruz şimdi.
40 yaşına gelince Maasai erkeklerini, kendi eşlerini de seçebiliyorlar ancak bundan önce babalarının kararıyla evleniyorlar. Boşanma hiç görülmüyor, adetten değil yani. Bütün bu gelenekler, muhtemelen okulların yaygınlaşması, hıristiyanlaşma ve modernleşmeye koşut olarak değişiyordur sanırım ama koruduklarını söyledikleri Maasai gelenekleri bu şekilde. Freddy'nin brifinginin ardından köyde kalacağımız odamıza gidiyoruz. Her oda ayrı bir kulübe ve Maasai dilindeki hayvan adlarıyla adlandırılmış. Biz Nyumbu (Afrika antilobu) adlı odadayız.
Odamız kilden yapılmış gibi. İçerisi güneş almıyor ve serin. Kapı dışında, pencere olarak adlandırabileceğimiz kavun büyüklüğündeki delikler dışında hava deliği yok. Diz hizasında olan bu deliklerde cam filan yok tabi ve içeri hayvan girmesi endişesi ve klostrofobisinin etkisiyle Didem gülmeye başlıyor. Hiç kaçarı yok, benim yanımda yatacaksın diyor bana. Yataklar yerden yüksek, tahta karyola diyebileceğim yapılar. Kalas değil doğrudan bildiğimiz ağaç dallarından yapılı. Üstüne saman atılıp, bir kaç kat kilim gibi örtü serilmiş. Bir de cibinlik var. Bütün malzemeler çevreden elde edilen çalı, çırpıdan ibaret burada.

Açık büfe öğle yemeğimiz yiyoruz. Yemekte pizza ve kola görmek biraz sinir bozucu Afrika'nın ortasında. Neyse ki vejeteryan seçeneklerim var açık büfede. Biraz ugali (un lapası) ve soğanla kavrulmuş sebzelerden alıyorum. Tanzanya'da yediğim en güzel yemek oluyor bu. Aşçımız ustalığını akşam da konuşturacak.
Kimani, müzede.
Yemekten sonra müzeyi geziyoruz. Kimani adlı Maasai, akıcı ama koyu aksanlı İngilizcesiyle yüzlerce kez tekrar ettiği belli olan sözleri tekrarlıyor bize. Ancak İngiliz Didem aksanından dolayı onu anlamakta güçlük çekince onu durduruyor. Bu sefer Kimani, abartılı bir yavaşlıkta ve yüksek bir tonda (yaşlı bir kadınla konuşur gibi) anlatmaya başlayınca makarayı koyveriyoruz. Müzeyi size iki rehber gezdirecek diyor Kimani, çünkü iki baş bir tanesinden üstündür diyor bizim kafalarımızı tutup sallarken (akıl akıldan üstündürün Maasai versiyonu). Bizi tiye alan tarzı ve o tane tane konuşması hoşumuza gidiyor. Zevkle dinliyoruz Kimani'yi. Çok eşlilik meselesine gelince 10 karısı olduğunu ve bu yıl bitmeden 2 tane daha almak niyetinde olduğunu söylüyor arka tarafta diğer turistlerle konuşan arkadaşını göstererek, onunla rekabet halindeymiş. Onun 12 eiş varmış, inanıyoruz hemen. Müze gezisi boyunca yaptığı iki eş daha alma vurgusunun bize yönelik bir şaka olduğunu anlamamız epey zaman alıyor. Gayet kendine güvenli ve karizmatik bir adam Kimani. Çok da esprili. Bizimle bir güzel dalga geçiyor, eğleniyor o da. Gözlerinin içindeki, anlatışındaki Maasai gururu ise hayranlık uyandırıcı.
Siddharta'ya benzettiğimiz Maasai genci
Özellikle Maasai'lerin neden hep kırmızı renk giyindiklerini anlatırken tam olarak tiyatral bir edayla, neden kırmızı sizce diyor, 'sihir mi? aslanlar yüzünden mi, güneşle mi ilgili?' Kendi sorusunu kendisi yanıtlıyor: Hayır, sivrisinekleri kaçırıyor.

Bibi - 94 yaşında ama danstan geri kalmıyor.
94 yaşındaki Maasai büyükannesi Bibi'nin evini ise Siddharta gezdiriyor bizi, ona taktığımız isimle. Siddharta, kabilenin yaşlıları tarafından bölgedeki öksüzlere yardım eden bir sivil girişimde görevlendirildiğini anlatıyor bize gururla. Yaşlılar isabetli bir seçim yapmışlar gibi. Turun sonunda bize mızrak atmayı öğretecekler. Didem üçüncü denemesinde mızraklarını kırıyor. Mızrak atma dersi sona eriyor.
Ateş yakma denemeleri
Akşam yemeğinde kampta kalan tek turistin ikimiz olduğu ortaya çıkıyor. Alman grup öğleden sonra ayrılmış. Bu arada köy ortasında kamp ateşi yakılmış.  Bize nasıl ateş yaktıklarını gösteriyorlar, geleneksel olarak. Artık bolca bulunan kibrit kullandıklarını biliyoruz ama bu yöntemi de öğretmeyi sürdürüyorlar gençlerine. Ortası oyulmuş bir ağaç dalı içinde diğer bir dal hızla ve sürekli çevriliyor. Hamur yuvarlar gibi ama hızlı hareketlerle, eller birbirine sürülmeli ancak kısa süre içinde insan yoruluyor ve yavaşlıyor. Tam bu sırada bir diğeri devralıyor görevi. Böyle bir kaç kişi ortaklaşa yakıyorlar ateşi. Biz de denedik ama tabii başaramadık.
Çöp şiş var yemekte. Bana sebzelerden, diğerlerine etli. Aşçımız muhteşem ancak Maasai değilmiş. Dolayısıyla yediklerimiz normal Tanzanya yemeği mi Maasai mi anlamıyoruz. Sanırım pek bir farkı yok. Akşam yemeğinden sonra, üzerimizde Maasai örtüleriyle ateş başında otururken sevimli aşçımız elinde bir sahanla yaklaşıyor. 2 dakikada ateşin üzerinde çevirip bize servis ettiği muz tatlısı Tanzanya'da yediğim en güzel şey.

Bu enerjiyle, Didem'in maceracı ruhu etkisini gösteriyor. Hadi gece yürüyüşü yapalım diyor. David tereddütlü. Kimani, kendinden emin, olur diyor. Kapıyı açmak için cep telefonunun ışığını kullanıyor. Kapı dediğim birbirine geçmiş çalılardan oluşmuş bir çit. Vahşi hayvanları uzak tutmak için yapılmış. Kapıdan çıkıyoruz. Artık tamamen karanlıktayız. 'Arkamdan gelin, ben sizi korurum' diyor sonsuz bir güvenle peşine düştüğümüz Kimani. Daha iki gün önce, yanlarından tereddütle geçtiğim bir Maasai, şu an vahşi doğadaki tek koruyucumuz.

Kimani önde, Didem ve ben arkada, en arkamızdan da David ilerliyoruz karanlığı yararak. David belki biraz görev bilinciyle bize katılmıştı ama sanırım Didem'in maceracı ruhu onu da ele geçirdi ve keyifle gülüyor. Mevsim gereği çevrede aslan olmadığından rahat. Sırtlan sesleri geliyor ama Kimani rahat. '7-8 kişiyi değil belki ama 2-3 kişiyi rahatça koruyabilirim' diyor vahşi hayvan olsa bile. Sabahtan beri bizi kafalıyor ama bu kez doğruyu söylediğini hissediyoruz.

Bir fil kafatasına götürüyor bizi. Bu arada biz gözümüzün önünü göremezken, o taraftan gitmeyi orası yumuşak filan diye bizi uyarıyor Kimani. Meğer gece görüşleriyle ünlülermiş Maasailer. Fil kafatasıyla mizansenimizin ardından kampa dönüyoruz çevredeki ağaç silüetlerini keyifle seyrederek. Bizim için çok özel, Kimani içinse sıradan bir gece.

Ateşin başına dönüyoruz. Bir süre sonra Kimani bize siyah ufukta bir noktayı gösteriyor. Görünürde bir far yok ama 'bir kaç dakika sonra şuradan ay doğacak' diyor. Derken belli belirsiz bir ışık hüzmesi geliyor gösterdiği noktaya gerçekten de. Güneşin ufukta doğuşuna bir kaç kez tanık oldum. Aynen batarken yaydığı turuncu ışık çizgisi olarak başlar ve giderek büyüyüp, tavada patlayan bir yumurta gibi etrafına yayılır güneş doğarken. İşte ayın ufukta doğuşu da aynen böyle. Didemle şaşkınlık ve hayranlık içinde izliyoruz turuncu ve kocaman bir şekilde yükselen ayı.

Kilimanjaro bekle bizi geliyoruz




Kilimanjaro'nun zirvesine beni götüren yolculuktan bahsetmekten nedense kaçınıyorum. Fotoğrafları ekleyip, kendime emrivaki yapayım bari..









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder