Peru

Peru'da bizi en çok etkileyen anlardan biri... dinlenme anı.. Inca dağlarında adeta sel suları gibi çağıl çağıl dağların arasından akan bulutlar çevremizde geziniyor.






Peru seyahati, dedik ya az buz değil, öncesindeki hazırlık evremiz de dillere destan, yok sinek kovalayan gömleklerden tutun, sarı humma aşılarına, benim Peru Elçiliği ile ahbap olmamdan tutun, su kapları, yürüyüş pantolonları, kafa lambaları, sıtma ilaçları, ne ararsan toparladık. (Tek eksik bıraktığımız şeyi de sonradan anladık ki başımıza dert oldu.. Siz siz olun yükseklik hastalığını hafife almayın :) Evlerinde kalacağımız köylülere hediyelerden tutun da Peru'yu ve Macchu Pichu'yu anlatan makalelere kadar her şey tamam. Yeterince fit olmak için ben spora bile başladım.. Şimdiye kadar hiç bir yolculuğa bu kadar iyi hazırlanmadım.


(Peru Büyükelçiliği 2011'de yeni kuruluyordu ve tek çalışanı Mizyal Yumru idi. Kendisi ile vize konusundaki sorularımla ilgili bizzat telefonda görüştüm ve çok yardımcı oldu bana. Bir kaç form doldurulması gerekiyor, fazla bir belge istenmiyordu. Daha sonra Peru ile karşılıklı olarak vizeler kaldırıldı. Yine de gerekirse; Adres: Resit Galip Caddesi, 70/1 G.O.P Ankara / Tel: 0312 4469039)

Yolculuk Didem'in Londra'dan benim de İstanbul'dan gelerek aktarma yapıp buluşacağımız Madrid'ten başladı sayılır. Tabii Madrid havaalanında Didem'e yaptığım üçgen börek süprizi ve Didem'in heyecandan soluksuz kalışını unutmamalı. Derken benim yaptığım bir acemilik yüzünden 12-13 saatlik yolda, yan yana oturamamanın stresi.. Tabii Didem'in girişken ısrarcılığı sayesinde aşılıyor. Sevimli bir Perulu kadın bize yerini veriyor ve acemice 'Muchos gracias'larımıza sevimli bir gülümsemeyle karşılık veriyor. Yanımızda oturan ufaklığa da video oyununu kapattırdık tamam uçmaya hazırız. :) Uçuşta servis kalitemiz pek iyi değil, üstelik Didem tam film seyretme havasına girmişken tüm yolculuk boyunca çok uzakta olan bir ekran ve biri çocuk iki vasat film dışında başka bir şey yok. Neyse dostlar bir arada.. Çok fazla uyuyamadan, hasret gidererek yolu tamamlıyoruz..

Havaalanında karşılanıyor ve Lima'nın turistik bir bölgesi olan Mira Flores'teki otelimize götürülüyoruz. Grubumuzdaki insanların çoğu önceden gelmiş, ayaküstü onlarla tanışıyoruz, onlar beraber yemeğe gidiyor, biz yorgunuz kalıyoruz. Ertesi sabah kaçta yola çıkacağımızı soruyoruz, neyse biraz vaktimiz var bölgeyi gezecek. Tabii saat farkından çok erken uyanıyoruz. Kahvaltı hafif yağmurlu bir havada sonbaharın güzellikleri seyredilebilen bir terastan yapılıyor. Kahvaltıdan sonra biraz çevreyi keşfe çıkıyoruz. Pasifiği geçtik ve gece taksiyle gelirken biraz gördük ama gündüz gözüyle de görmek istiyoruz bir an önce.. Yola dökülüyoruz, güzel bir pazar sabahı. Sahilin yolunu koklayarak buluyoruz. Kıyı bayağı aşağıda kalmış bir adeta fiyordların üzerinden Pasifiğin dev dalgalarını seyrederken sabahın o erken saatinde koşan koşana. Perulular spora pek meraklı anlaşılan. Derken olay şaşırtıcı boyutlara varıyor adeta tek koşmayan biz kalıyoruz. Sonradan fark ediyoruz ki o gün orada bir yarış da var. Inca dağlarının geniş göğüslü koşucuları, deniz seviyesinin bol oksijenini bulup kısa mesafe temposunda maraton koşuyorlar. Didem de kısa bir süre aralarına karışıyor.. Güzel bir sahil ama havalimanı çevresindeki yoksulluk burada pek görülmüyor. Bayağı bir turistik ve zengin bir mekan burası belli ki. Otelimize dönüyor ve rehberimiz Carlos'un tur öncesi verdiği bilgileri dikkatle izliyoruz, direktiflerini uyguluyoruz.. Buradan sonra ilk hedefimiz Puno'ya gitmek üzere Juliaca havaalanı...



Puno'ya varış ve yükseklik

Juliaca, sanki bozkırın ortasında bir yer. Lima'dan sonra çöl gibi.. Hep birlikte bir minibüse doluşuyoruz. Bu arada yaklaşık 3600 metredeyiz ve yükseklik hastalığı belirtilerine karşı uyarıldık. Henüz hiç bir belirti yok.. Çantaları minibüsün tepesine yükleyip yola koyuluyoruz. Puno'ya kadar 1 saat kadar yolumuz var hava da kararmak üzere. Yanımda Didem, sallana sallana taşlı, tozlu bir yolda minibüsün arkasına yakın bir sıradayız. Bir on -onbeş dakika kadar sonra hafiften başlıyor 'belirtiler'. Soluk almakta zorluk çekiyoruz, kalp çarpıntısı da ufaktan başladı bende. Didem'e soruyorum o da onaylıyor ve uykusunun geldiğini belirtip, derin bir uykuya dalıyor. Sanırım doğrusunu da yapıyor. Belirtileri azaltıyor. Bedenin uyumanı söylüyorsa ve ortam da uygunsa uyumak en iyisi.. Ben uyumuyorum, çevreye bakınmaya devam ediyorum. Giderek bulanıklaşıyor ama görüntüler ve midem bulanmaya başlıyor. Sanırım bir süre kendimden geçiyorum. Uyandığımda mide bulantısı ikiye katlanmış, kusmak geliyor içimden. Torba da yok ki diye düşünürken, yanımdaki pet şişe geliyor aklıma, hemen çıkarıyorum. Şişe hiç yoktan işi görüyor. Ama hala iyi hissetmiyorum. Vücudum sanki tonlarca ağırlığın altında yere doğru bastırılıyor. 'Aşağı in' diyor adeta ilahi bir kudret :) İnemiyorum, ağzımı bile açacak halim yok. Sanırım yaklaştık, minibüs duraklamaya, dönmeye başlayınca Didem uyanıyor. Islak mendil istiyorum, o mendil çok işime yarıyor. Tabii dehşetli kaygılanıyor benim için. Her zaman ki gibi gereğinden 'biraz' fazla.


Puno'ya ve kalacağımız otele varıyoruz. Girişte odalar paylaşılırken rehberimiz Carlos'ta benim kötü olduğumu fark etmiş. Yürüyecek halim yok, girişte oturup Coca çayı içiyorum biraz.. Sonra odaya çıkıp yatıyorum. Bütün gece yatıyorum ve kusuyorum. Birisini doğum günü ve geleneksel dansların yapılacağı bir yemek programlanmış. Benim gidecek halim yok, Didem'e ısrar ediyorum. Benim için yapabileceği hiç bir şey yok. Sadece yatıyorum, bu konuda yardıma ihtiyacım yok. Ağırlık devam ediyor. Üzerimdeki yük kalkmış değil.. Bir hafta kadar sonra Inca dağlarında 42 km.lik yürüyüşümüz var. Onda herkesten geri kalmak, grubu yavaşlatmak hatta bu kadar halsiz olursam yapamamak en büyük endişem.. Sonradan konuştuğum dağcılar, 3600 metrenin ciddi bir yükseklik olduğunu, alıştırmadan çıkmanın sakıncalı olduğunu söylüyor. Sanırım önce 2500 metre civarındaki Cusco'ya gitseydik, bu kadar kötü olmayacaktım. Ancak herkes benim kadar kötü değil. Belirtiler irili-ufaklı onlarda da kendini gösterdi ama benim gibi yataklara düşen olmadı.

Dışarıdan seslerle uyanıyorum. Carlos, bir tür esans-ilaç getirmiş. İki ayrı sıvı.. Avcuna bolca döküp karıştırıyor, yüzüme sürüyor, sıvazlıyor. Nefesi açan, tazeleyen bir şey. Biraz daha iyi hissediyorum. Gene ağırlık, gece çöküyor. Sabah yine mide bulantısı ile uyandım. Son bir kere daha tuvaleti ziyaret ettikten sonra rahatlıyorum. Zor gece sona erdi, iyi olacağım, hissediyorum ama hala kırıklık ve bitkinlik var.

Bugün Titicaca gölünde bir adaya gideceğiz. İstikamet liman. Limana kadar olan yolculuğumuz, Carlos'un limuzinler olarak ifade ettiği bisiklet arabalarla gerçekleşecek. Tak-tak da denen bu araçların önünde iki kişinin oturabileceği bir yer var, arkada bisikleti süren bir 'şoför'.. Tam da midem yeni düzelmişti, biraz endişeleniyorum. Neyse temiz havada yolculuk iyi geliyor.

Tak-tak yolculuğuna binmeden önce yakındaki bir okulun bahçesinde, ders başlamadan önceki karmaşayı seyrediyoruz. Puno, festivale hazırlanıyor. Her yerde müzik ve dans eden insanlar olacak iki gün sonra. Tak-taklarla yolculuğumuz yaşanmaya değer. Bir turist atraksiyonu olarak hazırlanmış bu kısa yolculuk, gerçekten hakkını veriyor. 7-8 tak-taktan oluşan konvoyumuz, zaten kuraldan eser olmayan Puno trafiğinde çılgın bir hızla, kıvrıla kıvrıla ilerliyor. Bizimkinde mp3 çalardan hoparlöre verilmiş müzik yayını da var. 10 dakika kadar Peru'nun bu Lima'dan çok farklı, tamamen yerli yüzlere sahip kasabasında kıvrıla kıvrıla ilerliyor ve limana varıyoruz.

Titicaca Gölü


Limandan bizi gölün ortasındaki bir adaya götürecek teknemize tam binerken gruptan bir hanım, merdiven basamğında tökezleyip düşüyor. O gün bizimle geliyor gelmesine ama ertesi gün röntgen çekiliyor ve kırık tespit ediliyor. Daha tatilinin ikinci gününde gerisin geri ülkesi, Kanada'ya geri dönüyor. Dikkatli olmak gerek diyeceğim ama şans işte insanın her an başına gelebilir. Fazla da kasmamak gerek. Aslında bir kaç gün sonra Didem'le koşarak, seke seke indiğimiz Inca yollarında başımıza böyle bir şey gelmesi, o kadının sakin sakin merdivenden inerken düşmesinden daha olasıydı ama biz daha şanslıydık sanırım..

Evet Titicaca gölünde yolculuğumuz başlıyor. Sakin bir yolculuk, bu arada bu bölgede Aymara yerlileri ile birlikte olacağımız süre boyunca bize bilgi verecek rehberimizle tanışıyoruz. Adı Eduardo muydu neydi, unuttum. Bir yerlerde yazıyor. Bize yöre kültürüne ilişkin güzel bilgiler veren ve oldukça iyi futbolcu olduğunu akşam yerlilerle yapacağımız maçta öğreneceğimiz rehberimizle birlikte adaya varıyoruz. Biraz gezdikten sonra öğle yemeği yiyeceğimiz yere varıyoruz. Tabii bu yükseklikteki (deniz seviyesinden 3600 metre) en büyük (sanırım) ikinci göl olan Titicaca gölü üzerindeki bu adada, görece çok ufak yokuşlara bile oksijen ihtiyacı duyan ciğerlerimiz bağırmadan ulaşmak hepimiz için zor. Neredeyse bütün ömrünü deniz seviyesinde geçiren ve önceki gecenin yıpratıcı etkilerini ancak üzerinden atan ben, gene ağır adımlarla ilerliyorum. Ancak grubun kalanı da benden pek farklı değil.

Güzel bir manzara eşliğinde güzel bir öğle yemeği yiyor ve yöre kültürü hakkında eğlendirici bilgiler alıyoruz.



Köyde bir gece


Daha sonra adadan ayrılıyoruz. Bizim önce gene başka bir adada zannettiğimiz ancak sonradan yarımadada olduğunu anladığımız bir köye ulaşıyoruz. Bu köyde kalacağız bu akşam. Yerel rehberimiz, köylülerle yakınlaşmamızın kolay yolunun futbol maçı olduğuna karar vermiş.. Köy okulunun beton bahçesinde köylülere karşı turistler şeklinde bir maça başlıyoruz. Rehber neyse ki bizden, çünkü sahanın en iyisi. Yüksekliğin kestiği nefesimizin kalan kısmını da futbol maçında tüketiyoruz. Takımlar karışıyor. Dostluk kazanıyor. Şimdi evlerinde kalacağımız köylüler bize yerel kıyafetler giydirecek ve onların danslarını öğreneceğiz. Biraz dinlenseydik yaa.. Ancak giyinirken biraz nefeslenebiliyoruz. Ona da nefeslenmek denirse. Çünkü kızlar dört kat, değişik renklerde etekler giyiyor ve bunlar kaymasın diye ev sahibimiz Pedro olanca kuvvetiyle sıkıyor. Zaten zor nefes alıyoruz, şimdi bir de bu kıyafetlerle dans etmemiz gerek! Önce köyün çocukları ve gençleri bize biraz maharetlerini sergiliyor. Sonra sıra bize geliyor. Ve bitmek bilmeyen bir dansa başlıyoruz. Son nefesimizi hala vermemişiz, zorlansak da zor bela gece iyice hava kararmış olmasına karşın, okulun önüne çekilen spotların aydınlığında bu işi de bitiriyoruz. Artık evlerimize gidebiliriz. Pedro önden gitmiş. İki küçük kızı bizi bekliyor. Yola çıkmadan kalacağımız aile için aldığımız yiyecek alışverişi paketleri ve sırt çantalarımızla yola koyuluyoruz.

Zifiri karanlıkta (köyde aydınlatma, sokak lambası vs. yok) 7 yaşındaki Selinda ve 9 yaşındaki Solimar ile tarlaların arasından ilerlemeye çalışıyoruz. Kalacağımız ev ne kadar uzakta bilmiyoruz ama iki elimizde en az 5, 6 paket taşır bir halde, üzerimizde 4 kat etek ve sıkı sıkı bizi saran bir ceketle, denizden 3600 metre yukarıda ilerlemeye çalışıyoruz. Doğru dürüst yol yok, küçük el fenerleri burnumuzun ucunu ancak aydınlatıyor. Daha da yukarılarda gecenin karanlığına doğru götürüyor bizi küçük kızlar. Nefes bile almakta zorlanırken birden 'nerden çıktık bu aktivite turuna?' diyerekten bir gülme krizine yakalanıyoruz. Küçük kızlar şaşkın bize bakıyor. Evimizden, doğup büyüdüğümüz yerlerden binlerce kilometre uzakta bir köyde, ışık kirlenmesi yaşamayan bir yerde gökyüzündeki pırıl pırıl yıldızları seyrediyor, soluklanıyoruz. Solimar bir yıldızlara bir bize bakıyor, 'Estrada' diyor İspanyolca yıldızlar... Solimar'ın bir kitabı var 3-5 kelime İngilizce öğrenmiş okulda. Biz de bir o kadar İspanyolca biliyoruz. Ayrıca Aymara yerlilerinin dilindeki bazı ifadeleri içeren 1 sayfalık bir liste var elimizde. Anlaşmak için yaratıcılık şart yani. Her neyse zar zor devam ediyoruz
ve eve varıyoruz. Evin önünde Pedro'nun karısı Matilda bizi karşılıyor. Merhabalaşıyoruz ve kızlar bizi kalacağımız oda-eve yönlendiriyor. Evleri üç parça. Hepsi müstakil küçük odalar şeklinde. Bizim kalacağımız oda, belli ki bu etkinlik kapsamında kalacak turistler için yapılmış. Basit ama sevimli, tertemiz bir oda-ev. Bir de tuvaleti var içinde. Elbiselerinizi çıkarabilirsiniz artık diyorlar bize kızlar. Didem, tabii ki önce bir hatıra fotoğrafı çekmeliyiz diyor. Elimizde sallamamız gereken ponponlar vardı. Benimkini göremiyorum. Fotoğraf için Solimar'ınkini ödünç alıyoruz ama benim ponponun olmadığını gören Solimar'ın yüzü değişiyor. Benimki de tabii.. Çünkü zifiri karanlıkta ne o yoldan tek başıma dönüp kaybolan ponponu arama, ne de hepsi birbirine benzeyen evi tekrar bulma şansım yok denecek kadar az. Ancak utanma belası, yola düşüyorum. Didem göndermek istemiyor ama Solimar'ın yüzündeki telaş beni dışarı atıyor. Feneri alıp çıkıyorum ve ohh.. Kapının iki metre ötesinde ponpon. Matilda ile selamlaşırken düşürmüş olmalıyım. Didem'le derin bir ohh çekiyoruz ve odamıza yerleşiyoruz.
Birazdan yemek yiyeceğimiz diğer odaya geçiyoruz. Burası hem mutfak hem yemek ve yaşam odası. Bir küçük radyo dışında elektrikli bir şey yok. Yoksa o da pilli miydi? Ama elektrik var evde.. Çok güzel bir sebze çorbası, bezelye ve pilav var yemek olarak. Çok fazla yiyemiyoruz ama iştahsızlığımızın nedeni yorgunluk ve yükseklik. Yoksa tertemiz ve zevkli toprak kaplarda, odanın bir köşesinde ateş üstünde pişen yemeğin lezzetine ve çekiciliğine diyecek yok. Yemek boyunca şapkalarını çıkarmıyor bu küçük sevimli Aymara ailesi. Servisi Pedro yapıyor. Matilda oturduğu köşesinden hem yemekleri koyuyor tabaklara, hem kendisi de o köşede yiyor. Çocuklar bizimle masada yiyor, onlar kendi köşelerinde oturdukları taburelerde. Adet böyleymiş. Yemekten sonra kızlarla biraz İngilizce çalışıp, uno adlı kağıt oynunu oynuyoruz.
En sağda Solimar (isminin anlamı güneş ve deniz) ve şaşkın kardeşi Selinda.


Yanımızda getirdiğimiz hediyeleri vermememiz konusunda Carlos tarafından uyarılmıştık önceki gün.İnsanları hediye almaya alıştırmamak için. Şeker de vermeyin çocuklara, diş sağlığı hizmetleri yok dendi. Sanırım grupta bir tek bize demiş Carlos bunları ya da bir tek biz dinlemişiz sözünü. Herkes ailelere getridikleri hediyeleri vermişti ertesi gün duyduğumuzda. Biz ise yanımıza almamıştık Carlos'un sözüne uyup.. Bir tek Didem'in civciv şeklindeki feneri vardı yanımızda hediye olabilecek. Onu verdik. Daha sonradan sitem ettiğimiz Carlos ile gönderdiğimiz hediyeler yerine ulaştı mı bilemiyoruz.

Ertesi sabah yine saat farkına alışmamış olan bünyelerimiz bizi 5 gibi uyandırıyor. Herşeye karşın yine de erken yattığımız için uykumuzu almış şekilde uyanıyoruz. Sabahın sessizliğinde harika penceremizden köyü ve gölü izliyoruz bir süre. Sonra kızlar okula gitmeden yakalayıp bir hatıra fotoğrafı çektirelim diyoruz. Sabah 6:30 gibi odadan çıkıyoruz ki kızlar anneleriyle okula gitmişler. Pedro evde bulaşıkları yıkayıp, temizlik yapıyor. Evet, burada biraz değişik roller. Örneğin örgü de 'erkek işi' burada..
Kahvaltıda pişi, haşlanmış yumurta ve kahve ya da poşet çay var. Bir de bizim için alındığı belli olan bir reçel. Pedro ile sohbet ediyoruz. Gördüğü en büyük şehir Puno imiş. Puno belki 30-40 bin kişilik bir kent. Kalabalık, koşuşturma onu rahatsız ettiği için fazla kalamadan dönüyormuş. Küçük radyosundan dünyada neler olup bittiğini takip ediyor. Küçük ailesiyle, güzel köyünde yaşıyor. Fazla bir beklentisi yok hayattan. Zaten dünyanın bütün mutlulukları köyüne, onun ayağına gelmiş gibi. Onları böyle mutlu görmek bizi de mutlu ediyor. Dünyanın en büyük kentlerinde yaşayan en zengin insanları, bu huzuru yakalayabiliyor mu acaba?

Kahvaltıdan sonra Pedro'nun getirdiği yünden örme lama, koyun, kondor, köylü kadın ve çocuk figürlerinin hepsini birden alıyoruz. Eşe dosta hediyelik.. Hepsine fazla fazla 10 dolar filan veriyoruz ki Pedro'nun gözleri yerinden oynayacak adeta.

Kahvaltıdan sonra Pedro bizi limana indiriyor. Evlere dağılmış diğer grup üyeleriyle burada buluşup Uros adasına gideceğiz. Bu ada(lar) değişik yaşam tarzlarıyla renkli kişilikli köylüleri barındırıyor üstünde. Aslında gerçek bir ada değil bunlar. Gölden kesilmiş sazlıkların sünger gibi ama suya batmayan bir doğal malzeme üzerine yığılmasıyla oluşturulmuş. Eğer taş atıp sabitlenmezse yüzebiliyor adalar. Zaten amaç da bu. Incalar, yörede egemen olduğu dönemde, diğer kültürleri ezmişler biraz. İnsan kurban etme olayları filan.. Diğer yerli gruplar üzerinde baskı kurmuşlar. Bu nedenle bu bölgede yaşayan yerliler Incalar geliyor dendiğinde kaçabilmek için bu yüzen adaları inşa etmişler. İpi kestikleri gibi adanın ortasında alıyorlar soluğu gerekirse. Tabii artık bu tehlike kalmadığı için adalar genelde sabitlenmiş durumda. Turist kafilelerini ağırlıyorlar. Saz adaların üzerinde toprak getirdikleri bahçelerde sebze meyve de yetiştiriyorlar. Balık çiftlikleri var. Normalde insandan kaçan su kuşları, flamingolar v.s sanki evcil tavuklar gibi ortalıkta geziniyorlar. Saz ada Uros'un insanları yetiştirdikleri, yakaladıkları balıkları, ördükleri dokuma ürünlerini pazarlarda satarak geçimini sağlamaktaymış. Şimdi belki de turistler ayaklarına kadar geldiği için pazara bile gitmiyorlardır.Sazdan kulübelerinde televizyon, müzik seti ve video bile gördük. Elektrik var mı bilmiyorum. Jeneratörleri olabilir.


Bu rengarenk köyden köylü kadınların bizim için söylediği 'row, row row your boat..' melodisi eşliğinde ayrılıyoruz. Puno'ya dönüyoruz.

Puno'da bugün festival var. Rengarenk kıyafetleriyle ülkenin her yerinden gelen farklı farklı folklör ekipleri kasaba meydanında hünerlerini sergiliyorlar.. Yorucu bir-iki günün ardından Puno sokaklarında tembel tembel dolanıp, coca çayları yudumlayarak festivalin tadını çıkarıyoruz. Ertesi gün bizi bekleyen süpriz yolculuktan haberdar değiliz henüz.

Süpriz akşam otelde brifing için buluştuğumuzda ortaya çıkıyor. Madencilerin grevi nedeniyle Cusco'ya olan 7 saatlik karayolu bağlantısı kapanmış.. Sözde uçaklarda da yer yokmuş. Eeee? N'olcak şimdi?
'Bir yol daha var var ama..' diyor Carlos, 'biraz daha uzun ve 'bumpy' bir yol' Yolun tamamı asfalt da değil. Yolun ne kadarı bozuk sorumuza yüzde 60-70'i bozuk yanıtını alıyoruz ki ertesi gün bu yolun düzgün kısmı hangisiydi diye kendimize sorduğumuzda artık çok geç olacak. Çaresiz, programı bozmamak içinkabul ediyoruz ve ertesi gün kendimizi Cusco'ya giden uzun ve tozlu bir yolculukta buluyoruz.

Cusco yolları taştan...

 

Bir saniyesinde bile sallanmadan, zıplamadan duramayacağımız bu 12 saatlik uzuuun yolculuk yer yer 4800 metre rakıma kadar çıkan uçsuz bucaksız Peru bozkırlarında gerçekleşiyor. Otobüste bizim dışımızda bir kaç turist daha var. Bu uzun, cefalı yolculuğu Perulular göze alamamış ya da kimsenin 'o kadar' acil bir işi yok..


Eğer o gün madenciler grev yapıp, yolu kapatmaya karar vermeselerdi ülkenin bu ücra köşelerini hiç göremeyecektik. Geçtiğimiz yerlerdeki çoğu köy ve kasaba adeta sadece beton dört duvardan ibaretti. Yoksulluğu daha önce de görmüştüm ama Peru'da adeta bir ıssızlıkla birleşmiş gibiydi. Yıllar yılı İspanyollar tarafından sömürüldüğünü biliyordum ama bu ıssız, üzerinde (sanırım yükseklikten dolayı) tek bir ağacın bile bulunmadığı topraklarda sömürecek ne vardı ki. Ha evet Güney Amerika'nın yeraltı zenginlikleri malum. Bu bölgelerde de madenler var mıydı ve yöre sömürülmüş müydü bilmiyorum. Ama insanların üzerlerindeki kıyafetten başka bir şeyleri yokmuş gibi görünüyordu. Göz alabildiğine bir sarılık hakimdi doğaya. Bozkırın sarılığı.. Bozkırın aslında boşluk olmadığını, tarımın bu tür topraklarda keşfedildiğini de biliyordum ama bu bölge sanki bin yıllardır aynı şekilde yaşamış gibi görünüyordu. Teknoloji devrimi, buraya sadece duvarlardaki reklamlar aracılığıyla uğramış gibiydi. Bu arada hemen hemen her evin duvarında resmine rastladığımız bizde antik bir isyankar izlenimi yaratan Victor'un kim olduğunu hala öğrenemedik.

İşte böyle uçsuz bucaksız bozkırlarda 12 saat boyunca, içi toz ve sidik kokulu bir otobüste, hoplaya zıplaya ve sadece 15 dakikalık bir ihtiyaç molası ile yol aldık. O kadar tozluydu ki yolculuk bittiğinde burnumuza dolan tozlar yüzünden adeta nefes alamıyorduk. Evet, nefes alma ile ilgili diğer problemimiz bayağı bir azalmıştı. Bu yükseklikte üçüncü günümüzdü sonuçta. Akilimatizasyon başarılmıştı.

Evet dönelim tozlu yolculuğumuzun tuvalet molasına. 15 dakikalık ihtiyaç molamızda durduğumuz yerde öğle yemeği adına alabileceğimiz tek şey de bisküvi ve meyve idi, bunu da ekleyelim. Tuvaletler Türkiye'de görebileceğimiz en kötü tuvaletten biraz daha kötü durumdaydı. Koku dayanılmazdı ve sular da akmadığı için büyük bidonlara su doldurulmuştu.
Şoförün lütfedip de mola verdiği bu otogarda 15 dakikadan daha fazla durmamızın da pek anlamı yoktu aslında. Yola devam ettik. Otobüsün içinde de bir tuvalet vardı aslında olmasına ama uzaktan bakınca bile yeterince pis görünüyordu. Ayrıca kapısı kilitlenmiyordu. Bu nedenle hem işinizi görmek hem de kapıyı tutmak zorunda kalıyordunuz. Ne var ki, mola verme konusunda pek cömert olmayan şoförümüzün talimatıyla mecburen o tuvaleti de kullananlarımız oldu. Derken tek ve son molamızın üzerinden 4-5 saat geçti.. Yavaş yavaş tuvalet ihtiyacı baş gösterdi. Artık otobüsün tuvaleti de tıkanmış ve otobüse yayılan kokular dayanılmaz olduğu için kapısını nöbetleşe tutmak zorunda kalmıştık. İhtiyaç şoföre iletildi. Şoför kağıt atılmamasını öğütlediği halde kağıt atıldığı için tuvaletin tıkanmasına sinirlenmişti ve durma konusunda pek istekli değildi. Doğrusu bu ya, artık bir tarafı uçurum olan bölgelerden geçiyorduk. Bolivya'daki ölüm yolu kadar olmasa da bu tehlikeli yolda durmanın da pek imkanı yoktu. Daha sonra durulabilecek yerlere de geldik gerçi ama şoför hala uygun bir yer beğenememişti. En sonunda yolun bitmesine 1-2 saat kala, yamaçtaki bir dağ evinin yolun kenarına kadar inen bahçe duvarının yanında durdu. Oğlanlar otobüsün yanına dizildi, kızlarsa bahçe duvarının arkasını 'halk tuvaleti' olarak kullandı. İdeal değildi belki ama o ana kadar Peru'da gördüğümüz tüm tuvaletlerden de temiz olduğu kesindi.

Yolculuk, akşam üstü hava karardıktan sonra Cusco kentine gelişimizle sona erdi. Yavaş yavaş bu İstanbul'un Sultanahmet bölgesini andıran kentte ilerlerken beklediğimizden daha güzel, tarihi bir dokuyla turistik şehir rahatlığını buluşturan Cusco kenti ile tanıştık.

Cusco'da ertesi gün Corpus Christie diye adlandırılan Katolik bayramı vardı. Sabah bu festivalin telaşı içindeki şehrin meydanını ve her biri büyük olasılık yüzlerce kilo ağırlığındaki aziz ve azize heykellerinin gençler tarafından taşınmasını, sırf bu etkinlik için dünyanın dört bir yanından gelen çeşit çeşit ırklara mensup Katoliklerin şaşkın heyecanını izledik. Aralarda dolaşan dilenci çocukların, kendilerine yüklenen bu görevle çocukluk merakı arasında kalarak kalabalığın arasına karışmasını izledik. İki gün sonra yine Cusco'da düzenlenecek Inca bayramı nedeniyle her yerde asılı olan gökkuşağı rengi bayrakların (hayır gay'leri değil Cusco'yu simgeleyen) masmavi gökyüzündeki dansını izledik. Bütün bu telaşın ortasında meydandaki parkta oturup örgü ören kadınları, derslerine gitmekte pek de acele etmeyen öğrencileri gördük.

Buradan sonra Saklı Vadi – Ollantambo'ya doğru yola çıktık. Bir vadide gizlenmiş Inca terasları, kayalıklara gizlenmiş kafatasları, yüzyıllarca önce 21 Mart'taki gün dönümünde güneş ışınlarının ilk olarak vadiye gireceği noktaya yapılmış kayadan oyma heykelleri gördük. Ollantaytambo'daki bugünümüz ayrıca ertesi günü başlayacak olan Inca yürüyüşümüz nedeniyle ayrı bir heyecan uyandırıyordu bizde. Bu nedenle gerekli son hazırlıklarımızı yaptık. Bu hazırlıklar arasında (en azından psikolojik olarak) önemli bir yer tutan koka yaprakları için ayrı bir parantez açmaya değer tabii ki.

Koka (coca) yaprakları


2500 metrelik rakımla başlayacak yürüyüşümüz zaman zaman 4200 metreye kadar varacak şekilde inişli çıkışlı devam edeceği için bu yükseklikte yolculuğumuza yardımcı olacak koka yapraklarının paketi (yaklaşık 300 gr.) 2 soleden satıldığı bakkal dükkanlarını ziyaret ettik. Bu kurutulmuş yapraklar, ağızda yavaş yavaş çiğnenip sonra tükürülüyor ve günde 7-8 yapraktan fazlası kafa yaptığı için tavsiye edilmiyor. Biz bu tür bir etki hissetmediysek de yükseklikten kaynaklanan rahatsızlıklarımızı azalttığını düşünüyorum.

Yüksek rakımlarda hayatlarını sürdürmek durumunda olan Peru'nun dağlık bölgelerinde yaşayan insanlar için bu bitki, hem tedavi edici etkileri açısından hem de kültürel açıdan hayatlarının ayrılmaz bir parçası durumunda. Sadece laboratuvarda özel katkı maddeleri kullanılarak kokain haline getirilebilen bu bitki, normal koşullarda herhangi bir tehlike arz etmiyor. Ancak kokain trafiğiyle baş edemeyen (ya da öyle iddia eden) A.B.D, koka üretimini kısıtlamak için Güney Amerika ülkelerine baskı yapmaktaymış. Oysa burada koka yaprağı olmadan insanlar, birbirine 'merhaba' bile diyemez. Şöyle ki, erkekler evden çıkarken bellerine bağladıkları bir heybeye bu yapraklardan bir avuç dolduruyor ve yolda birisi ile karşılaştıklarında birbirlerine bu yapraklardan ikram ediyorlar. Bu bir çeşit iyi niyet belirtisi, yani selamlaşmak gibi. Bu koka yaprağı değişiminin buradaki insanlar için ne denli önemli olduğuna Inca yürüyüşündeki ekibimizle paylaşımımız sırasında bizzat biz de şahit olduk.

Genel olarak en yaygın koka tüketim yollarından birisi de koka çayı. Bizim adaçayını yaptığımız gibi sıcak suya bir kaç yaprağı attığınız zaman, vücutta, yüksekliğin yarattığı kalp çarpıntısı, baş dönmesi, soluk kesilmesi gibi etkileri azaltıyor. Bariz bir tadı olmamasına karşın Didem de ben de her fırsatta bu çaydan bol bol tükettik. Inca yürüyüşü boyunca sabahları çadırımızın kapısına kadar servis edilen bu 'Good morning.. Coca tea'leri zevkle içtik. Hatta yürüyüş rehberimiz Pepe'den öğrendiğimiz gibi, yürüyüş sabahı su kaplarımızı koka çayı ile doldurduk. Ne güzel tesadüf ki, Peru yolculuğu sonunda  su kabımı yıkarken bir anda fark ettim ki, ülke dışına çıkarılması yasak ve uyuşturucu muamelesi görebileceği için oldukça da riskli olan bu yapraktan bir tanesini bilmeden Türkiye'ye getirmişim. Hatıra olarak saklıyorum.

Evet, Ollantaytambo'daki yürüyüş öncesi bu hazırlık gecemizde tedarik ettiğimiz koka yaprağı stoklarımızla (!) hatıra fotoğraflarımızı da çektirdik. 4 gün boyunca ihtiyacımız olan eşyalarımızı paketledik. Bunların bir kısmını, bize dağıtılan uyku tulumu ve matlarımızla birlikte tarttırdık. Çünkü yürüyüş sırasında 6 kilogramlık ağırlığı bizim yerimize taşıyacak ekip üyelerimiz vardı. Evet, gerçek dağcılar için söz konusu olamaz belki ama yürüyüşün tadını çıkarmak üzere, yöre halkının da ekonomisine katkıda bulunan bu olanaktan yararlanacaktık. Tur şirketimiz, diğer pek çok tur şirketinin aksine taşıyıcıların (porter) haklarına saygı gösterdiğini iddia ediyordu. Bilemiyoruz.. Bu insanların normal hayatında çiftçilik yaptığı ve 25-30 kg.'lik çuvalları yukarı teraslara taşımaya alışkın olduğu belirtildi.

Inca yolundan Macchu Picchu



Bu yürüyüş, çok güzel bir doğa alanı içinde, zaman zaman güzel Inca harabelerine raslayarak, tarihle ilgileniyorsanız rehberinizi dinleyerek yoksa havanın temizliğinin ve sakinliğin tadını çıkararak ilerlediğiniz 3,5 günlük bir yürüyüş ve kamp etkinliği aslında. Toplamda 43 km. kadar. Yol sadece gidiş şeklinde. Dönüş yapılmıyor. Inca yürüyüşünün bitişi Machu Picchu harabeleri olarak planlanmış. Burdan da genelde tren yoluyla dönüş planlanmış. (Otobüs+Tren) Tabii tren yolu yürüyüşü yapmak istemeyenlerin ya da yapamayanların Macchu Picchu'ya geliş yolu aynı zamanda.
İlk gün sabah kısa bir otobüs yolculuğunun ardından yürüyüşe başlayacağımız kapıya varıyoruz. Burada çektirdiğimiz hatıra fotoğraflarının ardından yürüyüş başlıyor. Daha en başında ufak bir tepe tırmanılıyor ki hala yüksekliğin etkisiyle nefes nefese çıkılıyor genellikle. Daha yolun başından gözümüzü korkutuyor bu kalp çarpıntısı (yükseklik nedeniyle vücudun az oksijen almasından kaynaklanan başka bir belirti. Neyse, bu sorunun tek çözümü kısa molalar verip, sık aralıklarla su içmek. Bunu yapmamız rehberlerimiz tarafından sürekli hatırlatılıyor zaten. Alışmakla geçen ilk günün ardından, nefesimiz de vücudumuz da bu tempoya ve yüksekliğe alışıyor ve hatta Didem 'Son Mohikan'daki kovalamaca sahnelerinin çekimine bile başlıyor. Tabi Huber yani Inca kızılderililerinin torunu olan rehberimiz bu çekimlerde başrol oyuncularından biri. Bizim kadar zevk alıyor o da bu şamatadan... Zaten Huber grubun lideriyse biz en öndeyiz, o arka tarafa geçince bizde yavaş ilerlemeye başlıyoruz nedense. İlk gün kampımız harika bir yerde. Önümüzde güzel bir zirve var. Huber yarın orayı geçeceksiniz diyor. Harika bir şekilde, dalga dalga yayılan bulutların arasında, çadırımızın içinde dinlenirken meşhur ayak fotoğrafımızı çekiyoruz.
Ertesi sabah 'Good Morning coca-teaaa' sesiyle uyanacağımız ilk sabah olacak.
Bu keyife kolay alıştık ve daha sonra Kilimanjaro'ya tırmanma denememizde bu çayın ne kadar önemli bir fark yarattığının farkına vardık. Her şeyden önce pozitif enerji ile uyandırılmanın önemi büyük. Aynı zamanda yerliler tarafından uzun zaman önce keşfedilen koka yapraklarının yükseklik hastalığı belirtilerini azaltıcı etkilerinden büyük olasılıkla yararlandık. En azından yürüyüşün geri kalanında pek fazla hissetmediğimizi söyleyebilirim.
İkinci ve üçüncü gün, mükemmel yeşil bir for içinde yürürken zaman zaman Inca harabelerine rastlayıp Pepe'nin bilgilendirici açıklamalarını dinliyoruz.
Artık üzerinden iki sene kadar geçtiği için ikinci gün mü üçüncü gün mü hatırlayamadığım o uzun günde hiç acele etmeden tadını çıkara çıkara bu harabelerde zaman geçiriyoruz. Burada Didem'in komik bir filmini çektik ve aynı zamanda kendi çevremizde deliler gibi dönerek çocukluğumuza gittik. Aynı zamanda etrafımızdaki güzellikleri içimize daha fazla çekmenin bir yoluydu bu bence.
Üçüncü günün sonuydu sanırım, kaldığımız kampa yakın bir yerde yine geniş bir amfi tiyatro şeklinde bir harabe vardı. Ancak diğer yerlerde o kadar oyalanmıştık ki oraya ancak hava iyice kararınca gidebildik. Bu da ayrı bir keyif oldu tabi. Şimdi düşünüyorum da bu Afrika'da yapamadığımız bir lükstü. Orada çeşitli tehlikelerden dolayı (hem insan hem hayvan kaynaklı) istediğimiz zaman hele de gece zifiri karanlıkta böyle orman içinde falan yürüyemiyorduk. Yanımızda bir gardiyan olmadan en azından.
Neyse gelelim 4. ve son güne. Sabah 5 gibi yürüyüşe başlamak üzere erkenden kalkıyoruz. Amacımız sabah 6 civarı, herkesler varmadan Sun Gate'e varmak ve yukarıdan Macchu Picchu harabelerini günün ilk ışıklarıyla beraber görmek. O nedenle erkenden son kontrol noktasında sıraya giriyoruz. Burada yarım saat kadar bekledikten sonra kafa lambalarımızla hızla yürümeye başlıyoruz. Ay ışığının hafif bir etkisi olmakla birlikte gerçekten de yolda tehlikeli daralmalar var ve kafa lambasız oralarda dolaşmak tehlikeli olabilir. Çünkü sabah ve sis nedeniyle ıslaklık da söz konusu ve her an uçuruma da kayılabilir. Hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor ama bu da ancak çevremizdeki yoğun sisi daha iyi görmemize neden oluyor. Hızımızı çok kesmeden ilerliyoruz. Pepe'nin B Planı dediği noktaya vardığımızda hem o sabah kumanya şeklinde dağıtılan kahvaltılarımızı ediyoruz hem de sisin dağılması için çeşitli batıl taktikler deniyoruz. Biliyoruz ki bu sabah sisi ve öğlene doğru dağılacak ama ne yazık ki biz o zaman Sun Gate'i geçmiş olacağız ve fotoğraflarda görülen o mükemmel M.Picchu manzarasını kaçırmış olacağız. Plan B adı verilen bu noktada sisi dağıtma çabalarımız da sonuç vermeyince 'şans' deyip devam ediyoruz. Sun Gate adı verilen ve 21 Haziran gündönümünde sabah ilk ışıkların M.Picchu'yu aydınlattığı noktaya doğru ilerlemeye başlıyoruz. Yolda bir Inca prensi giysileriyle ayin yapan bir adama rastlıyoruz.
Sn Gate'in hemen öncesinde artık son bir çıkış hem de oldukça dik bir çıkış olan 'Oh my God merdivenlerini' aşıyoruz ve işte Sun Gate'teyiz. Maalesef sis ile birlikte. İki seçeneğimiz var ya 'tüh biz 3,5 gün bunun için mi yürüdük, hiç bir şey göremiyoruz' diye hayıflanabiliriz ya da ne yapalım deyip aşağıya Macchu Picchu harabelerine ilerleyebiliriz. İkinciyi seçiyoruz ve harabelere vardığımızda hâlâ sis var..

Ama mutluyuz, hedefimize ulaştık. Biz harabeleri gezerken sis de dağılıyor. Varışımızı kutluyoruz. Ayrıca o kadar enerjik hissediyoruz ki, hızlıca tekrar Sun Gate'e dönüp, sis olmadan 'manzara nasıldır kim bilir' merakımızı gideriyoruz.
Aqua Caliente'deki yemeğin ardından, üstü camlı trenimizle, manzarayı seyrederek, soğuk biraları yudumlayarak keyiflice bu güzel yürüyüş macerasını geride bırakıyoruz.

2 yorum:

  1. Yıllar sonra Peru gezimiz için gezi yazılarına bakayım derken kendi ismimi görmek gülümsetti:) Hayat işte..bir garip.
    Çok detaylı ve güzel bir yazı olmuş. Neyse ben elçilikten ayrılmadan vizeleri kaldırmışlardı. Vize sıkıntısı artık yok :)
    Sevgiler,
    Mizyal

    YanıtlaSil
  2. Peru'ya gidip de memnun kalmayan bir tanıdığım olmadı. Bambaşka bir dünya.

    YanıtlaSil